Start Ekoloji İnsan Yaratımlarının Tümü Doğal Varoluşun Kaçınılmazlığıdır

İnsan Yaratımlarının Tümü Doğal Varoluşun Kaçınılmazlığıdır

0
İnsan Yaratımlarının Tümü Doğal Varoluşun Kaçınılmazlığıdır

Ekolojik yaşam, insan doğa ilişkilerinin uyumlu ve birbirini bütünleyen hale gelmesidir. İnsanın binlerce yıllık gelişimini tümüyle inkâr ederek doğaya dönüşü savunanlar olmakla birlikte biz, toplumsal ekolojiye dönüşü doğru bir tarih bilinci temelinde gerçekleşebilir buluyoruz.  Sistemin yarattığı olumsuzlukları protesto etmek ve duyarlılık yaratmak amacıyla doğal yaşam adına teknik ve uygarlıksal ürünlerin boykotu temelinde bir yaşamı benimseyen ve uygulamaya çalışan marijinal gruplar olmuştur. Hatta bu tür etkinlikler bir dönemin popüler akımları haline de gelmiştir. Altmışlı yılların hippi akımları buna örnek olarak gösterilebilir. Ancak bu tür eğilim ya da etkinlikler, yeni ve gerçekleşebilir bir yaşam tarzı ve felsefesinin savunucuları ve kurucuları olamadıkları ölçüde sonuçta eleştirdikleri sistemin hizmetine girmekten de kurtulamamıştır. Sınıflı uygarlıkların bilimi ve tekniği kullanma anlayışının yarattığı olumsuz sonuçları eleştirmek kadar insanın kendisi ve çevresi hakkında vardığı bilgi düzeyinin yarattığı özgürleşme düzeyini de görmek gereklidir.

Modern Türkiye cumhuriyetinin en önemli çalışmalarından biri geniş kitleleri sıtma hastalığından korumak üzere bataklıkları kurutmak olmuştur. O zamanlar kinin dahi elde etmek büyük bir külfet iken bataklıkların kurutulmasının birçok canlının yaşam imkânlarını yok etmek anlamına geldiği için eleştirmek çok fazla anlamlı olmazdı. Ancak toplumsal ihtiyaçları ve insan sağlığını korumada ulaşılan imkânlar düzeyini ciddiye alırken, elbette sınıf ve ulus egemenliği yaklaşımının yol çatığı felaketleri görmezden gelmek söz konusu olamaz. Örneğin ellili yıllarda Diyarbakır ve çevre illerde Kürtçe brina reş olarak bilinen karahumma adlı hastalığın ilaçlı tohumlukların yemeklik olarak kullanılmasından kaynaklandığı anlaşılmış ve devletin o zamanki görevlileri bu hastalığın nedenlerini ve kapsamını gizlemişlerdir. Yüzlerce insanın yaşamını kaybetmiş olmasının ötesinde etik açıdan suç teşkil eden bu durumun sorumluluğu elbette koşullara, kıtlığa ve köylülerin bilinçsizliğine bağlanamaz.(kaynak-Semra Somersan-Türkiye’de Çevre ve Siyaset). Sorumlu devlet ve bu gelişmeye yol açan görevlilerdir. Parti Önderliğimiz, „gerçekleşen tarihi ciddiye almak gerekir. Dönüşüm ancak bu temelde anlamlı olabilir. Gerisi spekülasyondur. “ demektedir. Ancak gerçekleşen tarih, geriye döndürmek olanaksız ise de geleceğe yönelik dersler çıkarmak bakımından eleştirilmesi gereken yaşanmış süreçlerdir.  Demokratik-ekolojik yaşam felsefesi, tarihin bütün sonuçlarını inkar ve red temelinde değil, doğru bir eleştiri ve yeniden yapılanma temelinde ele alır.

Demokratik-ekolojik toplumun öngördüğü yaşam tarzı,  endüstriyel gelişmenin ve kalkınma hızının sıfırlanmasını ve tekniği ret temelinde doğaya dönüşü öngörmez. Zaten her iki yaklaşım ve yaşam tarzı ne uygulanabilir, ne de sürdürülebilir durumdadır. Binlerce yıl öncesinin bakir doğasının beslediği nüfusun milyonlarca katını beslemesi mümkün olmadığı gibi, insanlığı kazandığı kültür ve yaşam düzeyinden tümüyle vazgeçirmek ne mümkündür, ne de akılcıdır. İnsanın doğanın merakı ve arayışı olarak gerçekleştiğini söyleyen Parti Önderliğimiz, insanın doğal varoluş içindeki konumunu en iyi şekilde açıklamaktadır. İnsan, Murray Boockhin’in adlandırmasıyla ikinci doğa olarak birinci doğanın, yani kendinde var olan doğanın bir bileşeni ve bütünleyenidir. İnsanı akıl, ahlak ve vicdan sahibi olarak doğal varoluşun dışına taşımak doğru olmayacağı gibi, doğanın kendiliğindenliğine mecbur kılmak da gerçeğe uymaz.

Aynı çerçevede insan yaratımlarının tümünü doğal varoluşun kaçınılmazlığı olarak görmek de doğru değildir. Dolayısıyla gerçekleşen tarihi gerçekleşebilecek tek olasılık olarak görmek, kaderci bir yaklaşım olarak insanın akılcılığına da terstir ve bilimsel gelişmelerin ortaya koyduğu gibi birçok olasılıktan yalnızca biri olarak neden gerçekleştiği sorgulanmalıdır. Güzel bir geleceğe yürüyüşün gereği budur. Çünkü insanın yanlışları, doğaya zarar verdiği gibi kendisine de zarar vermiştir. Yanılgı, küçük bir azınlık durumundaki egemen sömürücü kesimin dönemsel çıkarlarının, insanlığın bütünsel çıkarları olarak yansıtılması ve ideolojik yanılsama haline getirilmesi ve benimsetilmesidir. Şimdi bilgiye ulaşabilmenin ve onu yayabilmenin kolaylaştığı koşullarda egemenlikçi yaklaşımları aşmanın, bunun için halkları bilinçlendirmenin koşulları oluşmuştur. Bunun için küçük bir öncü güce de ihtiyaç yoktur. Aydınların tarihsel ve toplumsal sorumluluklarını yerine getirmelerinin önemi büyüktür. Ama en yoksul kesimlerin de artık dünyanın genel çıkarlarını bilince çıkaracak bir bilgi ve birikim düzeyine ulaşmaları kolaylaşmıştır.

Bilişim-iletişim tekniğindeki gelişmeler küçük bir öncü grup ya da kesime gereksinim olmadan da en geniş kesimlerin dünyanın geleceği için doğru ve gerekli bilgilere ulaşmasının imkânlarını arttırmıştır. İnsanlık tarihinin ve doğal tarihin gelişim süreçlerini bilince çıkarmanın imkânları vardır. Bu anlamda da sınıflı uygarlıklar sürecinin eleştirel bir incelemeye tabi tutulması kadar doğal toplulukların insan özünü yansıtan özelliklerini güncelleştirmek de gerçekleşebilir bir etkinlik alanıdır. Halen varlığını sürdüren pek çok doğal topluluk örneğinden hareketle, insanın doğaya yaklaşımındaki etik ölçüler ve yeterlilik anlayışı en çok güncelleştirilmesi gereken özellikler ve kültür öğeleri arasındadır. Yine doğal toplulukta kadının etkinliği ve özgürlük düzeyi ile çocukların eğitiminde tahakküm dışı yaklaşımlar güncelleştirilebilecek özellikler durumundadır.

Doğal topluluklardaki insan biçimlenişi, insanın toplumsal bir varlık olduğu, kolektif çalışmayı ve yeteneklerine ve tamamlayıcılık temelinde bir iş bölümünü esas aldığı yönleriyle güncel yaşamın yeniden ve demokratik tarzda düzenlenmesinde örnek durumdadır. Doğal yaşamı demokratik bir etik yaklaşım temelinde geliştirmenin diğer adı demokratik-ekolojik yaşamdır. İnsanlık yeniliklerle kaybettiklerini bir araya getirdiğinde güzel bir dünyayı yaratabilir. Bunun için bilimsel teknik gelişme yeterli imkânları sunmaktadır. Doğal toplumun güncelleştirilmesi gereken özelliklerinin yeniden canlandırılması sağlanabilir. İnsanlığın modernist paradigma tarafından geçmişine yabancılaştırılması, geçmişsiz ve geleceksiz bir insan tipi yaratmayı çıkarlarına uygun gören sömürücü egemenliklerin işidir. Oysa doğal topluluk ilkel değil ilkeli topluluktur. İnsanlar arası ilişkiler tahakkümden uzak tümüyle bir birini tamamlayan özelliktedir. Hiçbir cins ve yaştaki bir diğeriyle zorlayıcı bir ilişki geliştirmemektedir. Herkes ve her şey doğal gelişimi içinde gerçekleşmektedir. Çocuk çocukluğunu, yaşlı ise yaşlılığını yaşamakta, genç ve yetişkinler bu kuşakların ihtiyaçlarını bir külfet olarak değerlendirmemektedir.   İnsana en büyük değer olarak yaklaşılmakta, her yaşta ve durumda ciddiye alınarak yaklaşılmaktadır. Yardımlaşma, toplumsal yaşamın doğal bir etkinliği olarak gelişmektedir. İnsanlar doğayla uyumlu ve barışçıl bir ilişki içinde oldukları gibi topluluk içinde de barışçıl ve uyumlu bir ilişki geçerlidir. Öz yeterlilik, meşru savunma ve eşitlik bu topluluğun varoluş gerekçesi durumundadır. Doğadan toplanan ürünler veya avlanan canlılar topluluğun günlük ihtiyacını karşılayacak kadardır. Daha fazlasına ihtiyaç duymak ve toplamak söz konusu değildir. Hatta birikenler belirli aralıklarla topluluğa dağıtılır. Birikim sahibi olmak bu toplulukta büyük bir ayıp kaynağıdır. Topluluklar birbirlerinin yaşam alanlarına saygılı yaklaşırlar. Yine de bir ihlal durumu ortaya çıktığında bütün topluluğun yurtluğunu savunması, topluluktan birinin saldırıya uğraması durumunda korunması bütün topluluğun ortak etkinliğidir. Bu toplulukta birey ile topluluk vücut ile organlar gibi bir birini bütünleyen ve birbirine özdeş olan bir ilişki içindedirler.

Doğal toplumun yaşayış tarzının dayanağı doğayı canlı bütünsel olarak canlı bir organizma olarak gören canlıcılık (animizm)dır. Başlangıçta canlı-cansız ayırımı yapmadan bütün her şeyin canlı ve ruh sahibi olduğuna dayanan inanç, daha sonraları canlıların, giderek hayvanların da insanlar gibi ruh sahibi oldukları inancı doğal toplumun zihniyet gelişimini ifade etmektedir. Tabii ki canlıları kendileri gibi ruh sahibi olarak gören topluluk üyeleri, onlara da kendileri gibi acı çeken, sevinen ve üzülen varlıklar olarak yaklaşmaktadır. Bu nedenle de son derece eşitlikçi bir yaklaşım sergilemektedirler. Bu inancın ileri bir aşaması Kürdistan’da gelişen ve Doğu ile Batı düşünüş tarzı arasındaki çatallaşmayı gösteren Zerdüştlük inancıdır. Bu inancın etkileri halen Kürdistan halkının yaşamında canlıdır. İnanç biçimiyle doğaya yaklaşım arasındaki doğrudan ilişki Doğu inançlarının ekolojik yaşama daha yakın, duygusal zekaya yatkın oluşunun da göstergesidir. Batı uygarlığının analitik zekâsı kadar kuru ve zalim uygulamaların üreticisi değildir.

Haydar GEÇİLMEZ

Yorum Yaz

Diese Website verwendet Akismet, um Spam zu reduzieren. Erfahre mehr darüber, wie deine Kommentardaten verarbeitet werden.