İlk toplum ya da insan doğanın bağrında gelişmiş, onunla bir uyum içerisinde yaşamıştır. Doğal toplum dediğimiz Neolitik çağ M.Ö.12000-3000 dönemi yaşandığı arkeolojik-etnolojik-etimolojik vb. bilimler tarafından kanıtlanmakta ve halen de yapılan kazılar, tarihi buluşlarla gerçek tarih açığa çıkmaktadır. Klanlar halinde yaşayan bu ilk insan toplumu, ilkel komünal toplumu olarak tanınan fakat hiçte ilkel olmayan ve dönemine göre gayet ekolojik bilinç diyebileceğimiz düşünceye ve bakış açısına, onun yaşam tarzına sahip olduklarını keşfedilen bulgular kanıtlamaktadır. Neolitik-doğal toplum insanları doğa ile ilişkisi kutsallık ve tanrısallıklarla yüklüdür. Doğa ile dost, barışık olduklarından ve doğayı da kendileri gibi canlı gördüklerinden doğaya her zaman saygı gösterilir. Toplayıcılık ve avcılıkla yaşamını sürdüren doğal toplum insanı, öz kültürleri haline getirdikleri bitkiler ve evcilleştirdikleri hayvanlar üzerinde bir toplumsal anlayışı içermemektedir. Benim malım, mülküm gibi bireyci yaklaşım asla kabul görülmez. Klan da temel kural „ya hep ya hiç“ kuralı geçerlidir. Öyle doğa-insan, kadın-erkek, ana-çocuk gibi parçalara ayıran bir zihniyet henüz doğmamıştır. Daha sonraki sistemlerde özne-nesne ayrımı ile doğada her şeyi parçalanmış, doğa nesne, vahşi olarak görülürken, insan merkezli bir yaşam da özne olarak görülmüştür.
Neolitik toplumda doğa ve insan bir bütündür. İnsan doğa ile var olmuş ve doğaya saygı insanın kendisine ve aynı zaman da, klan içerisinde bir saygıyı geliştirmiştir. Toplumun doğayla bağı çocuk-Ana bağı gibidir. Klan içerisinde en fazla saygı gören kadındır. Ana-tanrıça doğal toplumun öncü gücü, başat öğesidir. En eski toplumsallaştırıcı güç ANA’dır. Ana kadın eksenli bir yaşam tarzı doğal toplumda belirleyicidir. Çocuklar tüm klanındır. Erkek, klan içerisinde siliktir belirleyici olan kadının kendisidir. Kadın; tarım ve toplayıcılıkla uğraşırken toprakla bir bütün olmakta, bitkiler, ağaçlar ve yetiştirdiği ürünlerle mutluluk, sevinç ve dostluk içerisinde yaşamaktadır. Erkek ise; genel de avcılık yaparak klana hizmet etmektedir. Avcılık kültürü, zamanla erkekte analitik zekayı geliştirmesine, beraberinde ise, savaş taktiğini ve şiddeti de doğurmasına sebep olmuştur.
Neolitik-doğal toplumda ortak, komünal bir çalışma tarzı vardır. Özel mülkiyet anlayışı olmadığı gibi, herkes klan toplumu için çalışmakta, maddi-manevi tüm değerler klan adına toplanmaktadır. Toplanan ürün ana tanrıça tarafından eşit düzeyde klan ailesine dağıtılır. Burada da kadının adaletli, vicdanlı oluşu otoriterliği ve doğal yöneticiliği açığa çıkmaktadır. Armağan kültürü bayramlar ve şenlikler klan toplumunun bir kültürüdür. İnsanlar kendi aralarında birbirine hediyeler vererek sevinç ve sevgilerini, birbirlerine olan saygılarını bu hediyeler aracıyla dile getirirler. Her canlının biyolojik olarak kendi içinde, beslenme, üreme ve kendisini savunma sistemi vardır. Bu beslenme bir ekonomi olayıdır. Merkezi uygarlık öyle çarpıttığı gibi ekonomi, tekellerin elinde sermaye aracı ve para oyunlarının döndüğü bir alan değildir. Tersine Ekonomi, tamamen topluma ait ve doğal toplumun geliştirdiği armağan kültürü ile birbirini besleme, koruma ve birbirine karşı güveni geliştirmesinde katkıda bulunan önemli bir faktördür. Ekonomi, kadının kurduğu düzenin ve örgütlü yaşamın bir biçimidir. Ana-tanrıça kadının toprak ile uğraşması yine hayvan besleyip, evcilleştirmesi doğaya daha fazla yakınlığını gösterirken, Klan toplumunun komünal, kolektif yaşam tarzını da örgütleyip, ahlaki ve politik toplum düzenini oluşturmasındaki rolünden de anlaşılıyor ki, ekonominin gerçek sahibi de kadındır.
Ortak özellikler çok
Bu açıdan baktığımız da, neolitik-doğal toplum, hem ekolojik ve hem de ekonomik toplum olarak tanımlanabilir. Her iki kavram da ilk insan topluluklarının bağrında yaşamakta, onların yarattığı değerler bütünü olarak bilinmektedir. Bu kavramlar sistem tarafından her ne kadar çarpıtılmış, asimile edilmiş olsa da, toplumlara ait olduğundan toplumlar bu kavramları kolay kolay bırakmamış ve günümüze kadar bu kavramlarla iç içe yaşamıştır. Günümüz toplumları kapitalizmi yaşıyor olsalar da, her insanın kendi içinde mutlaka doğal toplum kalıntıları vardır. Örneğin; Ortadoğu halkları açısından baktığımızda kültür ve gelenekleri birbirine benzeyen ortak özellikler taşıyan birçok halklar gerçeği vardır. Tarımcılık ve hayvancılıkla uğraşan toplum en fazla bu bölgede bulunmaktadır.
Kürt halkı bunun bir örneği: Botan da Koçerler var, halen hayvancılıkla uğraşır, geçimini bundan sağlarlar. Serhat alanı açısından da bu böyle, hayvan besleyip, ticaretini yaparlar. Yine batı Kürdistan’da halk tarım, ziraat ile uğraşırlar, Afrin’de zeytin, sebze, meyve Kobani’de ise, pamuk, buğday vb. yetiştirilmektedir. Köy toplumları açısından baktığımız da, neolitik kültür ve geleneklerini taşıyan ve yaşatan en yalın toplum gerçeği olmakta ve başta Kürt toplumu olmak üzere, tüm doğu halkları şahsında görülmektedir. Halen bazı yaşlı insanlarımız köylerinden, doğduğu ve yaşadığı topraklarından göç etmek, ayrılmak istemezler, şehir ortamını ve yaşamını içine bir türlü sindiremez.
Batının Nano teknolojisi ile geliştirdiği inorganik ürün imalatları, fabrika yapımı ürünler, toplumu el emeğinden uzak tutan, yine toprakla bağını koparan, hantal, emeksiz, hazıra konan, duygusuz, hissiz, sevinçsiz, bir insan tipolojisini yaratmıştır. İnsanın toprak ile uğraşması, insanın hem zeka düzeyini ve hem de ruhsal ve toplumsal niteliğini arttırmaktadır. Kapitalist sistem tam tersi insanı, toprağından, doğadan, çevresinden, toplumundan kopartarak değil doğayla dost, barışık olmasını, tersine insanın insanla olan düşmanlığını ve savaşını arttırmış, doğaya boş, şuursuz, anlamsız yaklaşarak, insan doğadan, erkek kadından, akıl duygudan üstün yere konularak bütünü, evrende tüm varlıkları parçalamıştır.
Neden ekolojik toplum
Ekolojik toplum, paradigmamızın temel ayağını oluşturmaktadır. Kürt Halk Önderi savunmaların da endüstriyalizme karşı ekolojik toplum kuramını geliştirmiş ve „neden toplum-doğa bu hale geldi? Neden birbirinden koptu ve yabancılaştı?“ sorularıyla ekolojik bilinç ve felsefeyi topluma tekrar kazandırmaya, özelde ise insanın doğayla ilişkisini yeniden kavramsallaştırmaya çalışmıştır. Toplum ve doğa arasında ilişkiler adeta bir uçuruma dönmüş, birbirine karşı güzel duygu ve hislerin yerini; vahşi, acımasız, birbirini öldüren kin, nefret, şiddet duygularına bırakmıştır.
Ekolojik sorunlar merkezi uygarlıkla başlamış olsa da, asıl temel sorunlar kapitalizm ile derinleşmiş, özellikle 19.yüzyılla birlikte gelişen sanayi devrimi ve günümüz de ise endüstriyalizmin gelişimiyle sorunlar zirveye ulaşmıştır. Çevre kirliliği, doğanın tahrip edilmesi yani ormanların yakılması, kesilmesi, yeşilliklerin üzerinde yapılar-binaların kurulması, sera etkisi, ozon tabakasının zarar görmesi, hava, su, toprak kirliliği, hayvan türlerinin yok olması vb. ekolojik sorunlara daha da yol açan birçok temel araçları (Bilim-Teknoloji-Endüstriyalizm) olmaktadır. İnsana acımayan bir sistem, doğaya her kötülüğü yapmaktan çekinmeyeceği açıktır. Endüstriyalizm, kapitalist modernitenin temel bir ayağı olurken, aynı zaman da karın ve sermayeninde temel kaynağı olmaktadır.
Son yüzyıldır gelişen sanayi, fabrika, kentleşme, doğal alanların tahrip edilmesi, termik santraller, aşırı araba üretimi, maden ocaklarının artışları vb. Endüstriyalizmde yaşanan ilerleme, başta doğa ve toplum olmak üzere evrende ki tüm canlılar üzerinde ciddi tehlike oluşturmaktadır. Bu kuruluşların her biri doğaya çeşitli gaz maddeleri (kükürt, azot oksid, radyoaktif maddeler vs.) atmakta ve bu gazlar zamanla bitki örtüsünün gelişimini yavaşlatıp, ürün kalitesini ve ürün veriminin düşmesine neden olmakta bununla kalmayıp, insan sağlığını bile tehlikeye atmaktadır. Doğal ölümün beklenilen yaş oranının çok altına düştüğü yapılan son araştırmalarda açığa çıktığı ifade ediliyor.
Fakat şöyle bir gerçekte var. Köy, dağ koşulların da yaşayan bir insan ile şehir de yaşayan insan arasın da mutlaka fark vardır. Havanın, suyun ve toprağın kirletilmediği bir coğrafyada sağlıklı yaşam koşulları daha fazla el vermektedir.
Ormanlar, hayvanlar ve insanlar üzerinde çeşitli hastalıklara yol açan bu gazlar, dünya atmosferini de etkileyerek, iklim değişikliğinde, dengesizliğe, bunun da bazı bölgelerde aşırı yağış ve sellere yol açmasına, bazı yerlerde ise kuraklığa ve çölleşmesine neden olmaktadır. Küresel ısınma denilen olay da, yine termik santraller ve fabrika bacalarından çıkan gazlardan meydana gelmekte, bunun ise, ozon tabakasını etkileyerek, Güneşten gelen radyasyon ışınlarının (ultraviyole-morötesi ışınlar) kolayca yeryüzüne ulaşmasına ve bu ışınların tüm canlıları etkilediği gibi, dünya coğrafyasını da etkilemeye yol açmaktadır. Bu durum son dönem de gelişen doğa felaketlerine, adına Tusinami dedikleri fırtına ve kasırgalara sebep olurken, aslında bunun bir doğa felaketinden ziyade, doğanın insandan aldığı bir intikam olduğunu düşünmek gerekir. Unutmayalım ki, Doğa’nın kendiside bir canlıdır, onun da his ve sezgisel güçleri vardır. Doğaya tahakküm etmek ve zarar vermek, hangi canlı varlık olursa olsun bir gün mutlaka tasfiye olmaktan veya yok olmaktan kurtulamayacaktır.
Rönesans’ın etkisi
Ekoloji, kavram olarak Fransızca bir kelime olduğu, köken olarak ise; ilk kez 1870 yılın da, hayvan bilim uzmanı Ernest Haeckel tarafından kullanıldığı söylenir. Ekoloji ilk önceleri sadece çevre ile bağı kurularak, bitkiler ve hayvanlar üzerinde incelemeler de bulunan bir bilim dalı olarak ele alınır. 16.yy’da Avrupa’da Rönesans’ın gelişimi ile sanatta, edebiyatta ve bilimde büyük gelişmeler yaşanır. Rönesans’ın tarihte en büyük başarısı insanın yeniden doğaya dönüşünü sağlamasıdır. Rönesans, bilimsel düşünceyi doğurarak, Orta çağın dogmatizmine büyük darbe vurmuş ve bu çağın yaratımında büyük bilim insanlarının (Bruno, Galileo, Cupernik vb.) canı pahasına verdiği bedeller karşılığında yeni bir zihniyetin temelleri atılmış olur. Bu anlamıyla günümüze kadar bilim ve felsefede büyük gelişme kaydedilir ve ekolojik sorunlar, toplumsal sorunlar kadar önem kazanır.
Ekoloji’nin konusu sadece bitki, hayvan ve çevreyi incelemez, en önemli konularından birisi İnsandır. Kuşkusuz diğer konularıda içine alır, fakat asıl olan insanı-toplumu ele almak, doğa ve toplum arasındaki uçurumu kapatmaktır. Felsefenin kendisi: İnsanı, kendi farkına varan doğa olarak tanımlar. Kürt Halk Önderi; „insanı tanımak evreni çözmek demektir. Bir bütün olarak Evren, doğa bir duruş içerisindedir, hem de sınırsız, hareket halindeki bir duruş“ der. Doğanın bir parçası olan insan, tarihte nasıl ki doğayla iç içe yaşamış ve dost olmasını bilmişse, bugün de doğayla tekrar yaşamasını bilmelidir. Fakat ne yazık ki, hiçbir canlı, insan kadar doğaya zarar vermemiştir. Hep ondan alınmış, yararlanılmış ama hiç ona geri verilmemiştir. Bunun için, Ekolojik bilinç, temel ideolojik bilinç olup, yaşamla diyalektik bir bağ içerisindedir. Felsefeyle, ahlakın sınırları arasında köprü rolünü oynamaktadır. Öyleyse, gerçekte ekoloji’nin asıl anlamı, Toplum ve Doğa ilişkilerini inceleyen ve aralarında simbiyotik bağ oluşturan bir bilim dalıdır.
Günümüz çağında gelişen Ekolojik hareketleri de kısaca değinmek gerekirse; İlk olarak, ekolojik hareketler 1970 yılların da çıkar. Aynı zaman da bu yıllar Feminizmin de şekillendiği ve yine bazı ırkçı hareketlerinin de geliştiği bir dönemdir. Tıpkı feminist hareket içerisinde gelişen birçok akım gibi, ekoloji hareketi içerisinde de, derin ekoloji, ekosistem, ekofeminist, ekoanarşist ve daha da, buna benzer bir çok akım gelişmiştir. Bu akımların her biri kendi içinde farklı görüşleri savunan, parçalı, sistem karşıtı görünüp tersine, sistemle hareket eden ve sisteme entegre olmuş, pasif, atıl kalan bir hareket olarak örgütlenmektedir. Kuşkusuz bu ekolojik hareketlerinin günümüz bakımından mücadelelerini basit, sıradan ele almıyoruz. Her ne kadar sistem karşısında yeterince radikal olmasalar da, bu 40-50 yıldır yürütülen emek ve çabalarını ve eylemlerini de görmemezlikten gelemeyiz. Bu hareketlerin eleştirilmesi gereken nokta, kavram, kuram ve kurumsal çerçevededir. Yani teorilerinde daha çok öne çıkan, doğa merkezli bir görüş ve yaklaşımdır. Ekolojiyi bütünlüklü ele almaktan ziyade, parçalayan, tahrip edeni sistem olarak görmekten çok bu konuda toplumu suçlu görme yaklaşımı açığa çıkmaktadır. Öncelikle ekolojiyi salt çevreci, çevreyi koruyan veya hayvan severler kurumu, ya da sadece doğayı koruma amaçlı bazı özel şirketlere, fabrikalara, nükleer santrallere karşı yürütülen dar bir mücadele tarzı, anlayışı ve bakış açısıyla ele almak baştan yanlış olur ve kaybettirir.
İlk toplum ve ekoloji
Buna göre; Ekoloji sadece bir çevre bilimi değildir. Daha önce de değinmiştik, çevreyi de içine alır ama salt o değildir. Çevre ve toplumu birlikte ele alarak ikisi arasındaki ilişkileri inceler. Çevre derken bunu daha da genişletiyoruz ve evrenimizi, makro evreni de içine alan bir bakış açısını yaratıyoruz. Ekolojinin kendisi toplumsal ve evrensel bir kavramdır. İlk toplum doğanın bağrın da gelişmiş ve doğaya hiçbir zarar vermeden onunla uyum içerisin de yaşamıştır. Toplumun ekolojik olduğu, ekolojinin de toplum olduğunu tarihi bulgular açığa çıkarmıştır. Buna göre, ilk topluma, Ekolojik toplumdur diyebiliriz. Günümüz toplumları her ne kadar sistem içileşmiş, asimile edilmiş ve marjinalleşmiş olsa da, bağrında doğal toplum kalıntılarını taşımaktadır. Bu bakımdan Ortadoğu, neolitik kültürünün kök saldığı bir coğrafya olması açısından ve bu bölgede neolitik kültürden kalan geleneklerin (tarım ve hayvancılık) halen devam etmesi, ticaretin sürmesi demek oluyor ki, bu bölgenin halkları ekolojik ve ekonomik toplum olma özelliklerine daha fazla sahiptir.
Şunu iyi bilince çıkartmamız gerekir ki, Ekolojik sorunların kaynağında, toplumsal sorunlar vardır. Toplumsal sorunların kaynağında ise, şüphesiz, beş bin yıllık erkek egemen uygarlığın ve dört yüzyıldır süren kapitalizmin krizli sistemi yatmaktadır. Uygarlığın, özelde ise, kapitalist uygarlığın kar ve sermaye adına ezemeyeceği değer, yok etmeyeceği toplum yoktur. Özellikle kapitalizmin temel ayağı olan endüstriyalizm, esasta ekolojik yaşama ve on bin yıllık tarım kültürüne, onun toplumuna karşı geliştirilmiş, tekelci kapitalizme hizmet eden ve insanın kanını emip, toplumu silip, süpüren bir canavar olarak ortaya çıkmıştır.
Endüstriyalizmi ayakta tutan temel etkenler, kuşkusuz Bilim ve Teknik olmaktadır. Bilim ve tekniğin adeta canavarlaştığı bir çağda yaşarken, birey duygu ve düşünceden koparılmış, mekanik, tıpkı robotumsu bir konuma düşmüştür. Özellikle TV. İnternet, medya, reklam ve üç „S“ (sanat, spor, seks) araçlarıyla, toplum sanal dünyaya alıştırılarak, bireyi salt doğayla veya insanla bağını koparmamış, insanı gerçek hayattan ve dünyadan da koparmıştır. Her gün televizyon programlarına baktığımız da toplumun günden güne nasıl cinnet geçirdiğini görebiliriz. Şüphesiz bu sorunlara yol açan ve en başta sorumlusu olan, kapitalist sistem gerçekliği, ulus-devlet ve onun sermaye kaynağı olan kurum ve kuruluşlar olmaktadır. En başta endüstriyalizm bu tür sorunları doğuran, krizlere yol açan temel bir etkendir.
Krizli sistem ona kar sağlayan Endüstriyalizm canavarını yaratarak, sadece ekolojiyi tahrip etmekle kalmaz, toplumu da işsiz, başıboş, krizli kılmada temel rol oynamaktadır. Toplumda bir insanı işsiz bırakmak en ahlaksızca bir yaklaşımdır. Endüstriyalizm, bilim ve tekniği ahlaksızca kullanarak, dünyayı bir anda yok edebilecek silahlar yaratıp, yaşamı tümüyle tehlikeye koyarken, maddi-manevi her şeyin yapımını makinelere, robotlara bırakarak insan değeri diye bir şey bırakmamaktadır. Son dönemde toplu işten çıkarmalar ve kovulmaların gündeme girmesinin altında kuşkusuz, sistemin kriz yaratma politikası ve bu krizle toplumu sıkboğaz edip, başıboş, şuursuz ve suçlu konuma (cinayet, hırsızlık, fuhuş gibi) düşürme amacı ve çabası vardır.
Doğayla barışık olmak
Ekolojik toplum, sistemin yarattığı krizli topluma alternatif en temel ihtiyaç olmaktadır. Endüstriyalizmin yok etmek istediği toplumu yeniden, ekolojik bilinci kazandırarak inşa etmek çağımız açısından aciliyetini gerektirir. Ekolojik olmak doğayla barışık, özdeş olabilmektir. Doğayla özdeş olabilmek ise, bilgelik düzeyinde bir katılımı ve örgütlülüğü ister. Bunun için en temelin de, merkezi uygarlık sistemin yaratmış olduğu pozitivist zihniyeti aşmak ve doğa-evren görüşünü yakalamakla mümkündür. Ekolojik bilinç, her şeyden önce yaşama bundan sonra daha derinlikli bakmayı, Doğa, Evren ve Toplum yasalarını görerek bakmayı ve buna göre mücadele etmek anlamına gelir.
Dolayısıyla, en başta endüstriciliğe ve onun tüm sermaye alanlarına karşı keskin bir mücadele yürütmek ama alternatifini de ortaya koyarak, komün yaşam tarzını geliştirebilmek yeni paradigmamızın ve Demokratik Ulus olma projemizin temel ayağı olmaktadır. Komünal yaşam tarzı, ilk insan topluluğunun esas aldığı, kendisini var kıldığı ve kutsal saydığı öz yaşam kaynağıdır. Maddi-manevi ne varsa herkesin ortak paylaşılan, eşit ve özgür bir yaşam tarzıdır bu. Ekolojik toplum insanı ilk olarak, ekolojik yıkımlara, yani baraj yapımlarına, ormanların yakılıp, kesilmesine, hayvanların kesilip ve türlerinin yok olmasına, kentlerin büyütülüp, aşırı nüfus çoğaltımına karşıdır. Üremeye değil, aşırı üremeye karşıdır. Yaşam sadece fiziki çoğalış değildir, ekolojik ve toplumsal dengeleri bozan temel hususlardan biride kuşkusuz, kentlerde gelişen aşırı nüfus artışlarıdır. Nasıl ki ilk insan doğayla var olduğunu keşfetmiş, onunla bağını kurarak, tarım ve hayvancılığı geliştirip onlarla yaşamasını ve beslenmesini bilmişse, bugünde doğayla nasıl ilişki kurulur, nasıl yaşanılır bilinci, felsefesi ve ahlakı ile bir katılımı göstermelidir.
Burada, Ekolojik-Ekonomik toplumun inşasın da, yine Kadın öncülüğüne ihtiyaç vardır. Kadının doğaya yakınlığı yine kadının his ve sezgisel gücünün daha fazla olması, doğayla dostluk kurmada ve doğa-evreni anlamada hem biyolojik hem fizyolojik ve hem de psikolojik bakımdan yaşamla bağı daha fazladır. Kadın, tarihte nasıl ki toplumsallığın ilk kurucusu ve ekolojik, ekonomik, komünal yaşam tarzının örgütleyici gücü ise, bugün de aynı görev ve sorumluluk sahibi olduğunun bilincinde ve gücünde olduğunu bilmelidir. Bunun için, en başta ekolojik tahriplere yol açan tüm kaynakların kurutulması ve buna karşı radikal bir mücadelenin yürütülmesi gerekir. Örneğin; Kürdistan’ın nehirleri üzerinde kurulan barajlar, başta tarihi eserlerin yok olmasına neden olurken, aynı zaman da bu sular üzerinden ticarette yapılmaktadır. Küresel ısınmanın bir sonucu olarak gelişen ekolojik dengesizlik, bazı ülkeler de su kıtlığına yol açacağı için şimdiden tedbirini alanlar var. Buna göre Kürdistan en sulak bölge olduğundan en fazla burada barajlar yapılacak ve ticaretler gelişecektir. Yine bir köyün okula, köprüye, yola vb. ihtiyacı var diye, o köyün su kaynağını, ormanını veya maden alanını neden illede bir şirkete vermek gerekiyor. Dolayısıyla, ekolojik toplum ilk etapta bu kurulan ve kurulmak istenen baraj projelerine karşı çıkıp, demokratik eylemlerle cevap olmayı gerektirir. Ekolojik toplumun bir ilkesi de çalışmaktır.
„Kapitalizm ve Endüstriyalizm olmadan, toplumsal yaşam varlığını sürdürür ama toprak ve orman olmadan toplumsal yaşam sürmez.“
Öyleyse komün yaşama dönüş, toprağa ve doğaya dönüşle mümkündür.
DİCLE TEKMAN