İnsanlık tarihinde sürece damgasını vuran insan eyleminin ve etkinliğinin, kendisi ve doğa hakkındaki bilgisiyle doğrudan bağlantılı olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Egemenlikçi anlayış sahibi kesimlerin eylemlerinin ve erkek egemenlikçi yaklaşımın da temelinde insan bilgisizliğinin yattığını söylemek yerindedir. Nitekim küçük bir azınlığın geniş kitleleri kendi cennet misali yaşamları için seferber etmelerinde belirleyici rol oynayan ideolojileri, bu kitlelerin bilgisizliklerinden yararlanma temelinden gerçekleşebilmiştir.
İnsanın kendisine ve doğaya yanılgılı yaklaşımı, ekolojik akımların yanılgılarının da temeli olmuştur
İktidarların varlıklarını sadece zor ve baskıya dayanarak sürdüremeyecekleri bilinmektedir. Yaratılan kabullenme yanılgılı bir ideolojik şekillendirme temelinde gerçekleşmekte, bu da zeminini bilgi yetersizliğinden almaktadır. Bunun gibi, doğru mücadele yöntemlerinin bulunamaması ve emekçi kitlelerin mücadelesinin haklı gerekçelerine rağmen başarıya ulaşmasında büyük zorluklar yaşanmasının nedeni de bu bilgi yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Bu bilgi yetersizliğinin egemen sınıflar açısından ölçüsü bir ise, ezilenler açısından bunun iki ve hatta daha fazla olduğu bilinmektedir. Çünkü bilgi egemenler elinde önemli bir tahakküm aracı olarak kullanıla gelmiştir. Bu nedenle de kitlelerin doğru bilgiye ulaşması sürekli engellenmiştir. Nitekim doğa olaylarının büyük bir korku kaynağına dönüştürülmesi boyun eğdirme ihtiyacından kaynaklı bir bilinç saptırması, yanıltmadır. Evrenin oluşumu ve işleyişi hakkındaki yetersiz bilgiye bir de bu tür yanıltmalar eklenince egemen kesimler en geniş kitleleri doğaya düşman etmede ve doğayı kendi çıkarları doğrultusunda tahrip konusunda razı etmelerinde büyük bir zorlanma yaşamamıştır.
Büyük direnişlere, fedakârlıklara ve doğru yol arayışlarına rağmen köklü bir başarının elde edilememesinde bilgi yetersizliğinden kaynaklı yanılgıların payı büyüktür. Nitekim doğal toplum değerleri ile doğaya yaklaşımda barışçı ve uyumlu bir yaşam arayışı olmuş ise de bunun egemen ideolojileri aşan düşünce bütünlüğüne kavuşmaması, nasıl bir toplum ve hangi yöntemler konusunun netleşememesi sonuç alamamamda önemli rol oynamıştır. Egemenlikçi ve tahakküm üzerine kurulan iktidar anlayışı yerine doğru bir toplum ve yaşam perspektifine sahip olunmaması, yürütülen direnişlerin de eninde sonunda egemen düzenlerin hizmetine girmesine yol açmıştır. Uçlara savrulma da bunun sonucudur. Doğaya yaklaşımda da değişik akımların ortaya çıkması bununla ilgilidir. Çevreci hareketlerin araçsallığı yanında ekolojik akımlar içinde de insan doğa ilişkisini doğru tespit edememekten kaynaklı büyük farklılıklar ve yanılgılar mevcuttur. Bunun sonucu olarak da sosyal(toplumsal) ekoloji, eko-merkezci yaklaşımlar, biyo-merkezcilik, derin ekoloji gibi akımlar ekoloji hareketi içinde boy vermiş, bütün enerjinin bir potada birikmesini önlemiştir.
Biyo-merkezcilik, canlıların biyolojik yaşam koşulları ve ihtiyaçlarıyla ilgili bir akım olarak toplumsal alana ilgisizdir ve bu çerçevede de insan faktörünü değerlendirmede ciddi yanılgı içindedir. Çevreci hareketlerin araçsal ve insan-merkezci yaklaşımlarına tepki olarak gelişse de insanın doğanın etkin bir bileşeni olarak doğru konumlandırılmaması sonucunu doğurmaktadır. Nitekim biye-merkezcilere göre „içsel değer“ açısından bir sivrisinek ile bir insanın yaşamları özdeştir. Bunun ciddi bir yanılgı olduğu açıktır.
Yine eko-merkezcilik de ekolojizm dışında kalan tüm etkinlikleri yadsıyan ve yararlarını inkâr eden bir yaklaşım sahibi olarak çevreci hareketlerin rolünü görmezden gelmekte, hatta olumsuz değerlendirmektedir.
Bu akımların yanılgılarının kökeninde insana yaklaşımdaki yanılgı yatmakta ve karşı olduğu söylenen iktidar anlayışı ile birleşme kaçınılmaz olmaktadır. İnsan doğaya yaklaşımda tüm olumsuzlukların kaynağı olarak görülürken bunda egemenlikçi anlayışın, sömürülü iktidar anlayışının rolü dikkate alınmamakta, insan kategorik olarak suçlanmaktadır. Bu ise sonuçta insana araçsal yaklaşımı doğurmaktadır. Hatta insanın tümden reddedilmesi, sanki insan dışında doğaya yaklaşımı sorgulayacak bir canlı türü varmış gibi bir yanılgı yaşanmaktadır. Bu ise, ekoloji alanındaki mücadelede dağınıklığa ve enerjinin boşa harcanmasına yol açmaktadır. Oysa insan ilişkilerinin demokratik değerler temelinde sorgulanması, doğaya da yaklaşımın düzeltilmesini getirir. Doğaya yanlış yaklaşımın temelinde insana yanlış yaklaşımın yattığı gerçekliği temelinde doğru bir demokrasi yaklaşımı ekolojik bakışta da doğrunun yakalanmasını sağlayabilir.
Ekolojik akımların tümünün temel hedefi insanın doğaya yaklaşımındaki yanlışı gidermek ve tahripkâr yaklaşımları düzelmek ise de sınıflı uygarlıklar sürecinde yerleşmiş zihniyetin aşılamaması, çok karşı olunduğu sanılan bu zihniyetle buluşmaktan kurtulamamaya yol açmaktadır. Bu da doğal varoluşun tanımlanması, oluşumuna ilişkin doğru bilgi ve değerlendirme, insanın doğanın bir bileşeni olarak konumunun doğru tespit edilmesi ve doğaya insan müdahalesinin diyalektik us çerçevesinde değerlendirilmesi konularında kendisini göstermektedir. İnsanın doğaya yüklediği yanlış anlam ve yakıştırmalar aşılmadan doğayla insan uyumunu sağlamak mümkün değildir. Nitekim ilk sınıflı iktidar kurumlaştırmasında Sümer rahiplerinin gökyüzünü taklit etmeleri ihtiyacı, yeryüzündeki tanrıların insandan uzaklaştırılması, insan tarafından sorgulanamaz bir yüksekliğe ve uzaklığa götürülmesi amacından kaynaklanmıştır. Bu ise insanın birbirine yabancılaşması, yönetenler ile yönetilenler arasında bir mesafenin konulması, ezen ile ezilen kategorilerinin meşrulaştırılmasıdır.
Derin ya da mistik ekoloji akımı, doğayı yüceltme adına insanın küçültülmesi yanılgısına düşmektedir
Ekoloji hareketlerinden biri de derin ya da mistik ekoloji olarak adlandırılanıdır. Derin ekoloji doğada var olan her şeyin yaşam ve doğal varoluş hakkını eşit düzeyde savunur. Canlı cansız ayırımı yapmaz. Çünkü neyin canlı, neyin cansız olarak adlandırılacağına bizim karar veremeyeceğimizi, bu gün cansız dediğimiz bir maddenin içindeki mikro organizmaların yarın keşfedilebileceğini ve canlı olduğunun anlaşılabileceğini belirtir. Bu nedenle canlı cansız ayırımı yapmadan bütün doğal varlıkların yaşam hakkının eşit olduğunu, doğada bulunduğu şekilde korunması, varlığını sürdürmesi gerektiğini savunur.
Derin ekolojiye göre insan da diğer canlılar gibidir ve yaşam hakkını dışarıdan hiçbir müdahaleye gerek görmeden kendisinin icra etmesi gerekir. İnsan yaşamının bir ot, bir solucanla eş düzeye indirgenmesi, insanın düşünen ve üreten, dolayısıyla sorumluluk sahibi bir gerçekleşme olmasıyla çelişmektedir. Derin ekolojinin bu yaklaşımı insanı, etik ve vicdani bir gerçekleşme olarak hesaba katmaz, diğer canlılar düzeyine indirir. Oysa insanın gerçekleşmesi doğanın sahip olduğu imkanların bir sonucudur ve bu gerçekleşmeyi görmezden gelmek doğayı da değersizleştirmektir. Yine toplumsal bir gerçekleşme olarak insanın oluşturduğu etik, ahlaki ve vicdani ölçülerin, yani insani değerlerin inkâr edilmesi, yok sayılması, doğal varoluşun iç etkileşimli varoluşunu da red etmektir.
Doğada kendiliğinden işleyiş dışında her türlü müdahaleyi yanlış gören mistik(Deep) ekolojistlere göre bir insanın bir taşı ya da bitkiyi kendi gereksinimlerine göre biçimlendirmesi yanlıştır. Mistik ekolojistlere göre insanlar arası ilişkide de etik ölçülerin yeri yoktur. Yani Somali, Mozambik ya da başka bir ülkede açlıktan ölmekte olan insanlara yardım etmek ve onları dışardan müdahale ile yaşatmak doğru değildir. Çünkü her canlının yaşam potansiyeli vardır ve kendi yaşamını sürdürmesine yeterlidir. Eğer yaşamını sürdüremiyorsa, ona müdahale ederek yaşatmak, onun doğal haklarına müdahale etmektir ve yanlıştır.
Derin ekolojistler teknik çözümleri reddeder. Derin ekoloji, çevre kirliliğini önlemek için daha az kirletici ve yaratılan kirliliği önleyici yeni ve ileri teknolojilere ve mühendislik yaklaşımlarına ihtiyaç olduğunu belirten çevreci hareketlerden bir hayli uzak durmaktadır. Buna göre bilimsel bakış ve onun yarattığı sonuçlardan yararlanma söz konusu değildir. Bu bakımdan derin ekolojiyi bilim dalı olan ekolojiden ayırmak için ekosofi kavramını kullananlar da vardır.
Derin ekoloji, doğal varoluşu mistikleştirerek anlaşılmaz kılmaktadır. Buna göre insan bilgisine güven duymak ve bir zaman diliminin doğrularını tespit etmek mümkün değildir. Çünkü her zaman için bizim bilemediğimiz pek çok şey bulunmaktadır ve gerçekler de gizli kalmaktadır. Bu yaklaşım insan bilgi ve iradesinin yaşam doğrultusu belirlemesine yetmeyeceği şeklinde bir muğlaklık ve anlaşılmazlık yaratmaktadır. Oysa bütün bu düşünüş tarzının da sahibi insandır ve bilimsel gelişmenin tarihsel duraklarına göre doğa ve kendisi hakkındaki bilgiyi esas alarak kendi yaşamına yön verebilmiştir. Ekoloji biliminin kavramsal anlamı da insanın yaşadığı yeri tanıması anlamına geldiğinden bilginin ve bilmenin esas alınması zorunludur.
Derin ekolojistler, toplumsal yaşamın ve toplumun doğayla ilişkilerinin etik ölçülere uygun ve akılcı olmasını kabul etmemekle insansal oluşumu red etmektedirler. Bunun temelinde insanın doğaya yaklaşımındaki yanlışlıklar olsa da yine bu yanlışlıkları tespit etmede olduğu gibi giderecek olan da insandır. Bu nedenle derin ekolojistlerin doğal yaklaşım ve yaşam adına öngördükleri yaşam tarzı ne uygulanabilirdir, ne de insan gelişimine uymaktadır.
Feminist akımların kadının özgürleşmesine katkıları yanında yanılgılarıyla olumsuz etkileri de vardır
Ekolojiyi bir ideoloji olarak ele alan düşünürler vardır ve doğruya en yakın ele alış tarzı da budur. Zira ekoloji bir yaşam tarzı olarak gerçekleşme imkanlarından koparıldığında teorik-entelektüel bir faaliyet olarak gerçek işlevinden koparılmış olur. Ekoloji bilincinin günlük ve toplumsal yaşamda pratikleştirilmesi bu bakımdan önemlidir. Eko-feminizm, aslında toplumsal gelişmede ve dolayısıyla da doğal varoluş içinde insan türü olarak kadının merkezi bir rol oynadığını savunarak doğruları ifade etmektedir. Ancak kadın cinsinin ilk köle ulus, ilk düşürülmüş tür, kendine yabancılaştırılan bir doğa olduğu hesaba katıldığında özgürleşme mücadelesinin uzun vadeli olduğu ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu kadar düşürülen bir insan cinsinin yeniden eski işlevine kavuşmasını bir adımda gerçekleştirmeyi savunmak gerçekçi bir yaklaşım olmamaktadır. Daha uzun vadeli ve aşamalı bir özgürleşme ve bunun toplumsal yaşamda pratikleşmesini öngörme doğru yaklaşımdır.
Kadının kendi gerçeğini tanıması ve kendisine kaybettirilenleri görmesi oranında erkek egemen zihniyet ve uygulamalarına büyük bir tepki duyması doğaldır. Ancak eğer bu tepki doğru bir muhakeme ile doğru mücadele yöntemlerine dönüştürülmez ise sonuçta çabalar erkek egemen düzenin hizmetine girmekten kurtulamaz. Nitekim bütün haklılığına rağmen feminist akımların marijinal bir etkinlik olmaktan kurtulamaması ve bazen erkek egemen sistemin süsü gibi yansıtılmasının nedeni de budur. Dolayısıyla kadın özgürlük mücadelesinde harcanan emeklere denk bir sonucun elde edilememesinde de bu feminist akımların ve örgütlerin yanılgılı yaklaşımının rolü olmuştur. İdeolojilerin temel özelliği, toplumu analiz etmeleri ve aşılması gerekçelerini sunmaları kadar yeni toplum modelini de sunmalarıdır. Bir diğer koşul da bu toplumun kuruluşu hedefinin bir program ile politik eylem çizgisine kavuşturulmasıdır.
Feminizm, kadının binlerce yıllık biriken isyankârlığının çığlığı olarak son derece anlamlıdır. Ama kadın özgürlüğü adına bütün haksızlıkları ifade etmiş de olsa, ideolojilerin toplumların tarihsel çözümlemesine uygun eylemsel tutum takınma işlevini gerçekleştirememiştir. Bunu yapsaydı işlevi ne olurdu sorusu cevap ermeyi gerektiren durumdadır. Ancak feminist tutum ve duruş, küçük bir grup aydın kadının sistemi protesto eden, ayrıksı bir yaşam tarzını benimsemesinin ötesine gitmeyen bir etkinlik olarak görülmesine yol açmıştır. Bu yaklaşım da uzun süre erkek egemen düzenin yerleşik ahlaki ölçüleri kullanarak kendi ölçülerinin ve yaşayış tarzının doğru olduğunu kitlelere kabul ettirmesine zemin sunmuştur.
Bu konuda Murray Boockhin şunları söylemektedir: „1970’lerde radikal feminizmin taşıdığı heyecan verici karşı çıkış, onun genel olarak hiyerarşiyi mahkûm etmesiydi ki on yıl öncesi ben de böyle bir suçlama yaptığım için bu tavır beni çekmişti. Eko-feminizmin ortaya çıktığı 1970lerin sonlarında bile, dişilerin erkekler üzerindeki ‚doğuştan‘ üstünlüğü ve kadınların üstün duygusal ve bilişsel yetilerine dair iddialar ve ’söz merkezciliğe'(logocentricizm) karşıtlık henüz yaygın değildi. Ancak daha sonra eko-feminizm, büyülü sözlerin, tanrıca tapınmasının ve cadılığın, gerçeklikten kaçmanın ‚feminist‘ biçimleri olduğu düzeye, Starkhawk diye birinin karşı-ussal ve kaba şekilde sıradan düzeyine indirgendi. Hepsi olmasa da eko-feministlerin büyük çoğunluğu şimdi, kadınların erkeklere göre bilişsel ve ahlaksal açıdan ayrıcalıklı olduklarını söylemektedirler, buna karşın feminist hareketin başlangıçtaki evrenselci ve eşitlikçi yaklaşımı önemli ölçüde kuruyup gitmiştir.“
Kongre Önderliğimiz feminist akımların yarattıkları olumlulukları çokça vurgulamıştır. Ancak yanılgıları konusunda da şunları belirtmektedir.
„Feministlerin çabalarında birçok önemli öğe varsa da, hala Batı merkezli demokrasilerin ufkunu aşmaktan uzaktır. Temelinde kapitalizmin oluşturduğu yaşam biçimini değil aşma, tam kavranmasını bile sağladığı söylenemez. Durum Lenin’in sosyalist devrim anlayışını çağrıştırıyor. Onca büyük çabaya rağmen ve kazanılan birçok mevzi savaşına karşılık, Leninizm sonuçta kapitalizme soldan en değerli katkıyı sunmaktan kurtulamamıştır. Feminizmin başına da benzer sonuçlar gelebilir. Güçlü örgütsel temelden yoksunluk, felsefesini tam geliştirememe, kadın militanlığına ilişkin zorluklar iddiasını zayıflatmaktadır. Kadınlar cephesinin ‚reel sosyalizmini‘ bile sağlamayabilir. Fakat soruna dikkat çekmek açısından ciddi bir adım olarak değerlendirmek en doğrusudur.“ (Bir Halkı Savunmak-A.Öcalan)
Toplumsal ekoloji hareketinin gerektiği kadar gelişmemesinde tüm emekçi kesim ve halkların doğru bir ekoloji bilgisine sahip olmamasının önemli rolü vardır
Bilginin de maddi zenginlikler gibi tahakkümcü iktidarlar tarafından bir tasarruf konusu haline getirilmiş olması, bilişim konusunda devrim düzeyinde gelişmeler gerçekleşinceye kadar geniş kitlelerin bilgiden yoksun bırakılması sonucunu doğurmuştur. Her ne kadar şimdi devasa bir iletişim aracı olarak internet dahi egemenlikçi zihniyetlerin elinde aynı amaçla kullanılıyor ise de asgari düzeyde bilgilenme, bilme etkinliği engellenememektedir. Bu nedenle de yoksullar ve ezilenler bu güne kadar kendilerinin çıkarlarının, doğanın bütünsel varoluşunu iç etkileşimli bütünlüğü biçiminde korunmasında olduğu konusunda yeterli bir bilinç sahibi olamamışlardır. Evrenin oluşumu ve doğal varoluşun kendiliğindenliği ile insanın ussal bir canlı oluşu arasındaki ilişkinin nasıl bir ölçüye kavuşturulacağı konusunda sağlıklı bir bilinç sahibi olmamış, dolayısıyla sömürücü sınıfın kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmesine de açık olmuştur.
İnsanın doğaya müdahalesi, günlük yaşam kaygılarıyla sınırlı olduğunda, hayvan ve bitki türlerine yaklaşım yaşam ihtiyaçlarını karşılama düzeylerine göre olmuştur. Bu ihtiyacın karşılanmasında yöntem ve yaklaşım doğal topluluklarda öz yeterlilik anlayışına uygun yapılırken sınıflı toplumlarda bu yaklaşım sömürücü zihniyetle ve sınırsız bir biriktirme, maddi zenginlikleri depolama şekline dönüşmüştür. İnsanın doğanın müdahili olarak onun varlığından sorumlu olduğu gibi bir etik yaklaşım yerine, doğaya yabancılaşmanın sonucu olarak düşmanca duygular ve düşünceler beslenmiştir. Yoksulların günlük yaşamlarında karşılaştıkları zorlukların nedenini tahakküm ve sömürü eylemlerinde aramaları bilinç saptırmalarıyla engellenerek doğaya yöneltilmiştir. Bu da ekolojik bilincin gelişmesi önünde engel oluşturmuştur.
Doğadan talan edilircesine ve yoksulların emekleriyle biriktirilen ürünlerin dağıtımında ise iktidar sahiplerinin sınırsız tasarrufu uygulanmış, egemen sistemin biyo-iktidar yaklaşımı, yoksulların ve ezilenlerin gündemlerine ekolojik sorunları almasını önlemiştir. Çalışanların sürekli kendilerine muhtaç olmalarını sağlamak ve farklı arayışlara yönelmesini önlemek için yarı aç durumda kalacak bir ücret verme politikası izlenmiştir. Bütün bunlar tahakküme dayalı sömürücü iktidarın yol açtığı olumsuzlukları gözler önüne sermektedir
Doğru bir ekoloji anlayışı, doğru bir demokrasi anlayışını gerektirir.
Buraya kadar özet biçimde sunmaya çalıştığımız ekoloji bilgileri ve anlayışının ortaya çıkardığı bir gerçek, insan unsurunun dışında bırakılacağı bir doğal varoluş anlayışının yanlış olduğudur. Düşünen, üreten ve dolayısıyla da etik, ahlaki ve vicdani değerler sahibi olan insanın doğal varoluş içindeki yeri belirleyicidir. Doğal işleyişi inceleyen, sonuçlara varan ve bu sonuçları yeniden teknik, bilimsel gelişmeler olarak doğanın işleyişini düzenlemede uygulayan insandır. Bu nedenle de bir doğal varoluştan ve bunun iç işleyişinden, bütünselliğinden söz etmek gerekirse bunu insansız yapmak mümkün değildir. İnsanın bilgi ve tecrübesiyle etkin bir bileşen olarak katıldığı ekolojiyi toplumsal ekoloji olarak tanımlamak doğru olandır. Toplumsal ekoloji, doğal topluluklarda doğayla ilişkilerin günlük yaşamsal ihtiyaçların bitki ve kök toplayıcılığı ve canlıların avlanması şeklinde ve öz yeterliliğe dayalı, uyumlu ve barışçıl ilişkilerin sürdürülmesidir. Bu ilişki tarzında doğa bir nimet kaynağı olarak değerlendirilirken her hangi bir korku ve tepkisellik yoktur. Birbirini tamamlama, doğanın verebilecekleriyle yetinme temel etik yaklaşımdır. Bu konuda halen yaşanan örnekler bulunmaktadır. Orta Amerika’nın tropikal ormanlarında toplulukların ve Avusturalyalı yerliler(Aborijinler)’in yaşamları toplumsal ekolojiye uygun bir çerçevededir. Bu yerlilerin yaşamları konusunda yapılan incelemeler, insanın sömürüsüz, tahakkümün bilinmediği, ayrıcalıksız bir yaşamın insan doğasıyla nasıl uyumlu olduğunu göstermesi bakımında önemli bulgular vermiştir. Böylece sınıflı ve sömürülü toplumsal sistemlerin egemenleri tarafından beyinlere şırınga edilmiş olan „insanın, insanın kurdu olduğu“, doğada „büyük balığın küçük balığı yuttuğu“, „aslanın ormanların kralı olduğu“ ve „orman kanununda güçlünün güçsüzü yediği, ezdiği“ anlamlarının geçerli olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü doğanın kendiliğinden ilişkilerinde anlamlandırma yoktur.
İnsanın ussal bir varlık olması, ona sorumluluklar yüklemektedir. Doğayı anlamlandıranın insanın varlığı olması gibi, nasıl bir dünya sorusuna da cevap verecek olan yine insandır. İnsanın kendisi için ön gördüğü yaşam ve ilişki tarzı doğaya da yaklaşımının esasını ortaya koymaktadır. Toplumsal varoluşu bütünsel ele alan ve toplumsal çıkarları esas alan bir yaklaşım doğaya yanılgılı yaklaşsa bile bilinçli bir yanlışlığı yapmayacaktır. Ancak insanın insan üzerindeki tahakküm ve sömürüsüne dayalı bir yaşam sürdürmeyi amaçlayan zihniyetten, doğaya yaklaşımda eşitlikçi ve özgürlükçü bir yaklaşımı beklemek anlamsızdır.
İnsanın doğal bütünlük içindeki etkinliği nedeniyle demokrasi ve ekoloji birbirinden ayrılmaz iki olgudur. Özgürlük, eşitlik ve adalet kavramlarının pratikleşme alanı olarak demokrasi insan ilişkilerinde ne kadar gelişmişse, doğaya yaklaşımda da o denli bir ekolojik yaklaşım beklemek mümkündür. Kendi soyuna doğru bir yaklaşımı sergileyemeyen insanın, doğal varoluşa da doğru bir yaklaşım sahibi olması düşünülemez. Ama kendi toplumsal ilişkilerinde eşitlikçi, özgürlükçü yaklaşımı benimseyen insanın doğayla ilişkilerinde de insan merkezci bir zihniyeti aşması, ekolojik bir yaklaşımı benimsemesi doğru ve geçerli olandır.
„Demokratik gelenekler evrenseldir. Onlar da zincirin halkaları gibidir. Bizi geçmişin en eski zamanına ve mekânın en kuytu alanlarına bağlarlar. Yalnız değiliz. Tarih ve alanlar her sistemden çok bizim olması gereken demokrasiyledir. Bize düşen öncelikli görev, bilme sürecindeki kaybı önlemek, politik aracı doğru seçmek ve toplumsal ahlaka dönmektir. Bütün bu anlatılanlar ‚bilmeye‘ ilişkindir. Politik araç en çok üzerinde durmamız gereken konudur. Ona özcesi devlet olmayan demokrasi diyoruz. Yani dahi Lenin’in bile düştüğü devletli, hatta diktatörlü demokrasi hatasına, gafletine düşmüyoruz. Bu yaklaşım anarşistçe bir otoritesizlik, düzensizlik değildir. Anlamlı, gönülden onaylı, aydınlatılmış halk düzeninin otoritesidir. Bürokrasiye boğulmamış, her yıl memur yöneticilerini seçen, seçtiği gibi geri çeken halkların demokrasisidir.
Sınırsız demokrasiler çağında yaşamıyoruz. Devlet erkinin ezici olduğu günümüzde, yaşanabilir bir demokrasi devlet gücüyle ilkeli uzlaşmayı gerektirir. Avrupa uygarlığı geç ve eksik de olsa çok iyi özümsemiş olduğu bu dersle kendi demokrasi ve devletini iç içe yürütmeye çalışıyor. Büyük savaşlardan sonra demokrasilerin engin çözüm gücünü, iktidarın ise savaşçı karakterini görmüş oluyor. İktidara ağırlık vermek belki bir azınlığa çok çıkar ve güç sağlayabilir. Ama ülke, ulus ve halklarına sonuçta büyük felaketleri de hazırlar. Avrupalılar ulus-devlet olmadan demokrasiye pek rağbet etmiyorlardı. Ama faşizm deneyimi gösterdi ki, asıl öncelik demokrasiye verilmeden ulus-devlet bile korunamaz. Önce ulus-devleti sağlamlaştıralım, sonra demokrasiye sıra gelir anlayışı tüm yaşanan faşizm ve totalitarizm felaketlerinin sebebidir. Avrupa ne zamanki AB ile önce insan hakları ve demokrasi dedi, o zaman refah ve barışa açılan kalıcı yol da çizilmiş oldu. AB modeli de bu oluyor. Dünyayı Avrupa’ya çeken asıl sihirli güç! Avrupa bu sihirli gücünü dünyaya yaydığı ölçüde geçmişinin günahından kurtulabilir. O zaman her uygarlıkta olduğu gibi olumlu özler tüm halkların değeri haline gelir.“
Haydar GEÇİLMEZ