Mehmet Horuş – „Ekolojik yurttaş“ tanımında en başta etimolojik sorunlar vardır. Çünkü bu tanımlamada yurttaş hakkın öznesi değil nesnesidir. Dolayısıyla yurttaşın ekolojik kriz karşısında daha etkin bir rol alması bir yana pasifleşmesine yol açar. İnsan-doğa ilişkisinin dinamik yönünü görmez. Siyasal, sosyal ve hukuksal bir statü olarak en iyi ifadesini 1776 Amerikan ve 1789 Fransız
ekolojistler.org
06/01/2007 Mehmet HORUŞ
BİA (İstanbul) – Hava, su ve toprağın kirlenmesi, ormansızlaşma, elektromanyetik kirlenme, çölleşme, iklim değişikliği, küresel ısınma, sera etkisi, asit yağmurları, ozon tabakasındaki incelme, biyolojik çeşitliliğin ve türlerin yok oluşu, genetik müdahaleler, nükleer enerjinin yarattığı riskler, ekolojik sorunlar dendiğinde ilk aklımıza gelen başlıklardır.
Her geçen gün yaşanan sorunlar daha tehlikeli boyutlara ulaşırken yurttaşın klasik tanımı ile ekolojik sorunlar karşısında çaresiz kaldığına tanık olmaktayız.
Neden Yeni Bir Yurttaş Tanımına İhtiyaç Var?
Ulus devletle özdeşleşmiş modern yurttaş tanımının toplumsal işleviyle anlam kazanan özgürlük, eşitlik, güvenlik, hukuk devleti, katılım, kamu yararı, genel irade, azınlık-çoğunluk, devletin egemenlik alanı, özerklik gibi modern yurttaşın toplumsal ve tarihsel işlevine işaret eden kavramlar ekolojik kriz karşısında başkalaşmakta ve çoğu zaman bu kavramlar içeriklerini yitirmektedir.
Gelişen teknoloji, tek bir hak öznesine – tek başına bir yurttaş ya da bir şirket olabilir- tüm insanlığın geleceğini etkileyecek donanımı sunabilmektedir. Gen teknolojisine sahip bir tarım şirketi, ürettiği GDO’lu tohumu kendi tarlasında kullanırken bunun sonuçlarına tüm ekosistem katlanmak zorunda kalır. Şirketin uyruğu olduğu devletin kendi ülkesinde GDO teknolojisine izin vermesi, GDO’lu tarım faaliyetini hukuka uygun hale getirmek için yeterlidir. Bu, o devletin egemenlik hakkının bir parçasıdır. Ancak ekosisteme müdahale konusunda olur verecek ulusal ya da dünya çapında bir kamusal otorite halen yoktur.
Toplum sözleşmesi kuramlarına ilham veren genel irade teorisi, modern siyasal katılım ve temsil ilişkileri, genel oy hakkı, yasama faaliyeti gibi çağdaş toplumlarda çoğunluğu temsil edene tanının yetkiler, yaşam hakkı gibi speküle edilemez bir alana kaydığında ve bilimsel-teknik veriler ışığında ortaya serildiğinde azınlık çoğunluk tanımı ekolojik sorunlar karşısında savunulamaz hale gelebilecektir.
Uluslar arası hukukun yaşam hakkını doğrudan tehdit eden savaşlar konusunda dahi bir takım meşru sınırlar çizme imkânı vardır. Savaşan tarafların sivillere zarar veremeyeceğini garanti altına almaya çalışan Cenevre Sözleşmesi gibi. Fakat ekolojik krizin muhataplarının belirlenmesi çoğu ekolojik sorun karşısında mümkün değildir.
İlkinde sorumlular, savaş suçlusu olarak yargılanabilmekte ve sorumlulukları tarif edilebilmektedir. Ancak küresel ısınma sorunu söz konusu olduğunda, atmosferdeki bir derecelik ısınmanın sorumlularını saptama, yol açtığı zararı hesaplama ve tazmin imkânı yoktur. Zengin ülkelerden yoksul ülkelere yapılan karbon ticaretinin, alan ve satan ülke arasında yapılan anlaşmayla gerçekleşmiş olması meşruluğu açısından yeterli değildir.
Zira üretilen atık, tüm dünyada önlenemez tahribatlara yol açacak niteliktedir. Çünkü çevre hakkının sujesini, insan ve doğa birlikte oluşturmaktadır. Sırf bu nedenle bile çevre hakkının insan hakları arasında sayılmasına itiraz etmek mümkündür.
Çevre Hakkı ve Yurttaş
Yurttaşın ilk ortaya çıktığı andan günümüze kadar homojen bir yurttaşlık tanımı söz konusu olmamıştır. Demokrasinin ortaya çıkışından, içerik ve biçim açısından dönüşüm geçirdiği her uğrakta yurttaş tanımı da yeni biçim ve içeriklere kavuşmuştur. Rousseau, „Birey salt özel çıkarlar peşinden koşan insan olarak genel iradenin karşısındaki engeldir; ama aynı birey ortak iyiliği gözeten yurttaş olarak genel iradeyi dile getirmektedir.“(Ağaoğulları, 2006:97) diyerek birey ile yurttaşı ayırmakla kalmaz, yurttaşın toplumsallığı içinde anlam kazandığını öne sürer. Yurttaşlık, sahip olunan hak ve ödevler ile aynı zamanda toplumsal bir işlevi, hukuksal-siyasal bir statüyü ifade eder.
Bu nedenle toplumsal hayatta meydana gelen gelişmeler, bireylerle ilgili yeni hak ve ödevler yaratırken yurttaş tanımı da yeni içerik ve fonksiyonlara kavuşmuştur. Birinci, İkinci ve Üçüncü Kuşak Haklar’ın her biri, farklı yurttaş tanımları öngördüğü gibi farklı devlet ve toplum sistemleri ile de özdeşleşmiştir.
Üçüncü kuşak haklar, kendisinden önce gelen hakları, bilim ve teknolojinin meydana getirdiği değişmelerle mantıksal sonuçlarına vardıran, birbiri ile kaynaştıran ve örtüştüren bir etkiye sahiptir. Üçüncü kuşak haklar arasında yer alan çevre hakkı da yurttaşın sahip olduğu haklar arasındaki yerini alır. Ancak sorun; çevre hakkının sahibi olan yurttaşın, yeni bir nitelik kazanmasından öte, daha temel ve özsel bir değişikliğe uğrayıp uğramayacağında düğümlenmektedir. Bunu anlamak için çevre hakkının klasik yurttaş tanımıyla mevcut içerik ve sınırlarına göz atmakta fayda var.
Çevre Hakkının Uluslararası Boyutu
Çevre hakkının da içinde yer aldığı üçüncü kuşak haklar için kullanılan „dayanışma hakları“ tabiri ülkeler arasında işbirliği ve dayanışmayı vurgulamak amacıyla kullanılmaktadır. Nitekim ülkelerin gelişmişlik düzeyleri arasındaki fark, yaşanan çevre felaketlerinin temel nedenleri arasında sayılmaktadır. BM Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından hazırlanan ve Brundtland Raporu olarak tanınan „Ortak Geleceğimiz“ adlı çalışma, çevre sorunları ile ülkelerin gelişmişlik düzeyleri arasında yakın ilişki olduğunu ve kalkınma düzeyleri faklı ülkeler arasında işbirliğinin insanlığın geleceği açısından vazgeçilmez önemde olduğunun altını çizerek bu konuda stratejik açılımlar sunmuştur. Ancak raporun yayınlanmasından bugüne kadar yirmi yıl geçmesine rağmen; gelişmiş ülkeler ile gelişmemiş ülkeler arasındaki kirlilik oranı, gelişmemiş ülkeler aleyhine büyümeye devam etmektedir.
Sürdürülebilir kalkınma söylemiyle ortaya atılan ve kapitalizmin daha kontrollü gelişmesini amaçlayan, bu benzeri açılımların başarısızlığı ekolojik kriz karşısında daha radikal önlemlerin alınmasını gündeme getirmiştir.
Kapitalizm-ekolojik kriz ilişkisinde; sadece ‚büyümenin sınırları‘ sorunu yoktur. Kapitalizm, dünyanın mevcut kapasitesinde önemli oranda yıkımlara da sebebiyet vermektedir. Ekolojik sorunların çözümü için dünyanın gidişatını kontrol etmekten daha ciddi müdahaleler elzemdir.
Bugün dünyada, çevre sorunlarının temelinde yer aldığı düşünülen eşitsizlikler ile insanlar ve toplumlar arasındaki diğer eşitsizlik biçimleri birlikte ele alınmaya başlamıştır.
„Çevresel Adalet Hareketi“ üst başlığında toplanan çok sayıda çevreci akım ve toplumsal taban hareketi ortaya çıkmıştır. Bu hareketlerin „ilgilendiği başlıca şey, çevrenin kötüleşmesi ile toplumsal ve ekonomik adaletsizlik, -özellikle de ırksal, cinsiyetsel ve sınıfsal baskı- arasındaki ilişki olmuştur.“ (Foster, 2002:157) Çevresel adalet hareketlerinin amaçlarının, kazancın özelleştiği, ekolojik yıkım riskinin alabildiğine kamusallaştığı bir dünyada, Rousseau’nun öngördüğü toplumsallığın sınırlarından taştığını söylemek abartı sayılmamalıdır.
Çevre Hakkının Dominant Karakteri
Çevre hakkının en önemli özelliklerinden biri de „ekolojik boyutu ya da ‚yeryüzü hakları‘ nitelemesinde görüldüğü üzere, bu hakların diğer haklar ile çatışması durumunda ezici bir üstünlüğe sahip olmalarıdır. Fakat diğer insan hakları, insan-insan, insan-devlet, devlet-devlet ya da sosyal öbekler arasındaki menfaat çatışmalarını düzenlerken; çevre hakkı, insan-doğa ilişkisini düzenlemeye çalışmaktadır.“(Turgut, 1999:270) Doğanın bir parçası olmaları nedeniyle insanların ve çevrenin menfaatlerini birbirinden ayırabilmek mümkün olmamaktadır.
Yaşam hakkını koruması ve gelecek kuşakların sorumluluğunu da yüklemesinden dolayı, çevre hakkından vazgeçmek mümkün olmadığı gibi, çevre hakkı diğer insan haklarına baskın gelmektedir. Bu baskın karakter, sadece diğer yurttaş haklarıyla yarışırken çevre hakkının sahip olduğu üstünlüğü değil, aynı zamanda çevre hakkının diğer haklar üzerindeki asimilasyoncu etkisini de ortaya çıkarır.
Çevre hakkının kullanılması, sosyal hakların gelişmesiyle ve siyasal hakların daha etkin kullanılmasıyla koşuttur. Çevre hakkı, mülkiyet hakkı, bilgiye erişim, katılım ve başvuru hakları başta olmak üzere aile ve özel hayata saygı, vücut bütünlüğü, hukuksal güvenlik ve dilekçe hakkı gibi pek çok hakla birlikte işlevli kılınabilen kompleks nitelikte bir haktır. Aynı zamanda yurttaşların sahip olduğu hakların derinleştirilerek daha ileriye götürülmesini sağlar. Bu haklardan bir kısmına değinecek olursak:
Bilgiye Erişim Hakkı: Çevre ile ilgili sorunların büyük oranda bilimsel ve teknolojik yeniliklerden kaynaklanması, hemen her konuda yoğun bir bilimsel-teknik tartışmayı ve alternatif arayışını gündeme getirmektedir. Bu durum, bilginin modern toplumda toplumsal hiyerarşiyle denk düşen eşitsiz paylaşımı ve devletler ya da özel yatırımcı şirketlerin sahip olduğu bilgiyle, çoğu zaman mağdur konumundaki toplumun geniş kesimlerinin, karar alma süreçleri işlese dahi, eşit bir katılım düzeyi yakalamalarını zorlaştırmaktadır. Şirketler açısından işletme mantığı içinde ‚halkla ilişkiler‘ sorunu olarak tarif edilen bu sorun, petro-kimya ya da enerji sektörü gibi toplumun ortak malvarlığını oluşturan alanlardaki yatırımlarda, enformasyon savaşlarına dönüşebilmektedir. Bu da çevre hakkını kullanacak yurttaşın bilgiye erişim hakkını kullanabilmesi için, eğitim ve sosyal refaha kavuşmasını zorunlu kılmaktadır. Çevresel sorunlarda bilgiye erişim hakkı, AArus Sözleşmesi ile uluslar arası hukuk alanında ayrıntılı bir güvenceye kavuşturulmaya çalışılmaktadır.
Katılım Hakkı modern demokrasilerde genel oy hakkının ötesinde yurttaşlara seçimler dışında da yönetme katılma ve hükümet politikalarını etkileme olanağı tanırken, ÇED(Çevresel etki Değerlendirme) sürecinde Halkın Katılımı toplantılarının bir zorunluluk olması, katılım hakkının çevre hakkı ile ileriye taşınmasına bir örnektir.
Etkin Başvuru Hakkı açısından çevreye zarar veren yatırımlar ile ilgili yurttaşlara doğrudan bir menfaat ihlali olmasa da dava açma imkanı tanıyan ve „yurttaş davaları“ olarak adlandırılan davalar örnek gösterilebilir.
Çevre Hakkı ve Mülkiyet Hakkı İlişkisi: Yeni bir yurttaş tanımı arayışının en kritik tartışmalardan biridir. GDO(Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) ve tohumlar üzerinde şirketlerin sahip olduğu patent hakları, canlı türlerinin ve insanlığın ortak mirasının şirketlerin özel çıkarlarının eline geçmesine olanak tanırken en başta bir dizi ahlaki sorunu da beraberinde getirmektedir. Mülkiyet hakkı, çevresel sorunlar bireysel plandan önce ülke ölçeğine daha sonra dünya ölçeğine taşındıkça özel çıkar ile toplum çıkarı giderek insanlığın çıkarı karşı karşıya gelmektedir. Oysa çevre hakkında, insan tekinin çıkarı ile tüm insanlığın çıkarı bir ve aynıdır. Hukuksal anlamda çevre hukukunun kamu hukuku özel hukuk ayrımını ret etmesinin nedeni de bu aynılıktır.
Komşuluk hukuku üzerinden belki evinizin ya da tarlanızın kenarına kurulacak baz istasyonuna karşı çıkabilirsiniz. Ama söz konusu olan çevreye zehir saçan devasa bir çimento fabrikası olduğunda, sorun makro bir nitelik kazanmaya başlar ve çevreye verilecek zararların asgariye çekilmesine indirgenir. Giderek bir termik ya da nükleer santral ile ilgili tartışmalarda artık ülkenin makro politikaları mülkiyet hakkının yerini alır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, başvurucunun villasının yakınında nükleer santral kurulmasından kaynaklanan zararları ile açtığı davayı ret ederken, „topluluğun gelişmedeki çıkarını, bireyin çevresel çıkarının zararına üstün“ (Kaboğlu, 1996:143) tutan kararlar verebilmektedir.
Çevre hakkının baskın niteliği diğer haklar gibi eşitsizliklerin çözümü noktasında uzlaşma ya da denge arayışını ret etmesinde de görülür. Pek çok kültürel, siyasal hak için özerklik formülü çözüm sağlarken, çevre hakkını özerklik tanıyarak tesis edemeyiz.
Yukarıdaki örnekler ışığında eğer çevre hakkının etkin kullanabilen, „ekolojik yurttaş“ şeklinde yeni bir yurttaş tanımının yapılabileceğini kabul edersek; bunun yurttaşın şimdiye kadar yapılmış en gelişkin anlamını ihtiva edeceğinden kuşku duyulmamalıdır. Ancak bu şekilde yorumlandığında; birinci kuşak hakların üçüncü kuşak haklara gelinceye kadar geçirdikleri bir evrimden değil, modern yurttaş tanımından radikal bir kopuşu ortaya çıkarmış oluruz.
„Ekolojik Yurttaş“ tanımlamasının amacı; salt literatüre terminolojik bir katkı ve „ekoloji“ ve „yurttaş“ sözcüklerinin yan yana gelmesinden elde edilmiş bir tanımlama değilse ya da var olan yurttaş algısına yeni ve daha belirgin çevreci bir nitelik katmaktan öte yep yeni bir yurttaş anlayışı ortaya koymaksa, tartışmanın insan-doğa ilişkisi anlamında felsefi ve toplum devlet sistemleri açısından siyasal-ideolojik yönünü dikkate almalıyız.
Ruşen Keleş, „‚Acaba bir ekolojik yurttaş tanımının yapılmasına mı ihtiyaç var?‘ sorusunu“ ortaya atarak var olan yurttaş tanımlarına kapsayıcı olduğunu düşündüğü bir yenisini eklemeye çalışır:
„Bu, vatandaşın doğayla ilişkilerinde, çevreyle olan ilişkilerinde davranışlarına yön vermesi gereken bir takım etik kuralları duyan, çevresel güvenlik konularına ilgi duyan yeni bir yurttaşlık anlayışı. Tabii yalnız bir ülkenin kendi sınırları içerisinde kişiler arasındaki ilişkiler anlamında, aynı zamanda uluslar arası platformlarda zengin ülkelerin yoksul ülkelerle ilişkilerine de hakim olabilecek; bugünkü kuşakların haklarıyla yetinmeyip, gelecek kuşakların hakları konusunda da dikkatli olacak bir yeni yurttaşlık anlayışına ihtiyaç var gibi görünmektedir.“(Keleş, 2005:18) diyerek „ekolojik yurttaş“ tanımı konusunda son derece temkinli bir öneride bulunur.
R.Keleş’in bir bilim insanı titizliği ile giriştiği „ekolojik yurttaş“ tanımı denemesi, „yurttaş“ a ekolojik sorunlara duyarlılık göstermek yönünde tavsiyelerde bulunmakla sınırlıdır. Bu sınırı, yurttaşın klasik çerçevesi içinde ekolojik tanımının sınırı olarak da değerlendirmek gerekir. Yine de önerisini bir anlayış değişikliği ekseninde sunarak, sorunun köklü bir kopuşla çözülebileceğinin sinyalini verir.
Ancak „ekolojik yurttaş“ tanımında en başta etimolojik sorunlar vardır. Çünkü bu tanımlamada yurttaş hakkın öznesi değil nesnesidir. Dolayısıyla yurttaşın ekolojik kriz karşısında daha etkin bir rol alması bir yana pasifleşmesine yol açar. İnsan-doğa ilişkisinin dinamik yönünü görmez. Siyasal, sosyal ve hukuksal bir statü olarak en iyi ifadesini 1776 Amerikan ve 1789 Fransız Hak Bildirgeleri’nde bulan insan merkezli modern yurttaş tanımına tepki olarak, doğa merkezli bir yurttaş tanımı önerir.
Ekoloji etimolojik olarak yurt (yaşanılan yer) anlamı ile yurttaş kavramı örtüşebilir görünse de ekolojinin yurdu ekosferdir.
Bu tanımla yurttaş birinci kuşak hakların atomize yurttaşı düzeyine yeniden çekilmekle kalmaz, toplumsallığını yitirmiş birey-yurttaş, doğa karşısında da atomize olarak ekolojik kriz karşısında edilgenleştirilir. Dolayısıyla yurttaş tanımında ileriye dönük bir sıçramayı değil, toplumsallığını yitirmiş bir yurttaş tanımıyla ekolojik krizin muhatabı olarak kapitalizmle hesaplaşma olanağını da yitirir. Çevre hakkına diğer yurttaş haklarını geliştirip derinleştirme ve bütünleştirme imkanını vermez. Aksine yurttaşın toplumsal gerçeklik içinde parçalanmasına yol çar.
Ekolojik krizin insanlığın geleceği açısından oluşturduğu başat tehlikeyi bir kenara bırakarak; tüketici yurttaş, engelli yurttaş, sporcu yurttaş, kadın yurttaş, hayırsever yurttaş, depremzede yurttaş tanımlarında olduğu gibi yurttaşın toplumsal gerçeklik içindeki bir görünümüne dönüşür:Ekolojik sorunlara duyarlı yurttaşa, ekolojik yurttaş denir.
Ekolojik kriz, yurttaşı tarih sahnesine her zamankinden etkin ve donanımlı çıkmaya davet ederken; karşımıza çıkacak olan yurttaş tanımlarının yeni bir alt türü değil, yurttaş tanımının bizzat kendisinde bir başkalaşma ve yenilenmedir.
Ancak bu şekilde yorumlandığında; birinci kuşak hakların üçüncü kuşak haklara gelinceye kadar geçirdikleri bir evrimden değil, modern yurttaş tanımından radikal bir kopuşu ortaya çıkarmış oluruz.
Yurttaş, toplumun özgür üyesi olarak başladığı tarih yolculuğuna daha sonra mülk sahibi olarak, devamla kendisi ile ilgili alınan her türlü kararın öznesi olarak devam etmiştir. Bireyin özgürlüğü ile toplumun özgürlüğünü örtüştüren, toplumsallığı içinde yeni bir insan-yurttaş tanımına ulaşmıştır.
Toplumsallaşmış bu yurttaş-insan, modern ulus devletin atomize birey-yurttaşının yerini almaya adaydır. „Ekolojik Yurttaş“ tanımı, bu toplumsallaşmış insanın olsa olsa habercisidir.(MH/EÜ)
* Mehmet Horuş, Ekoloji Kollektifi