Website-Icon Ovamadokunma

Toplumsal Ekoloji Nedir? Ne Değildir?

Uzun zamandır toplumsal ekoloji hareketi üzerine bir şeyler yazmayı düşünüyordum. Yerli yersiz her yerde moda terimlerin kullanıldığı anlar vardır. Bazen bu terim(kelime) „demokrasi“ bazen „kültür“, bazı zamanlar ise „devrim“, bu günlerde ise „ekoloji“ terimi tabir-i caizse ayağa düşen kelimeler arasına katıldı.Hani bir de „ayağa düşmek“ gibi „diline düşmek“ deyimi de vardır. Her yerde her oturduğu masada -genellikle de bu masa nedense(!) hep barların o loş ve/veya aydınlatıcı mekanlarında bulunur- durmadan eşitlikten, demokrasiden bahseden ancak eve gittiğinde yemeği ve yatağı hazır isteyen kişilerden tutun da; dilinden düşürmediği kültür, insanlık, kardeşlik, adalet terimlerinden bir nebze nasiplenmemiş kişiler için kullanılan bu deyimi hatırlatmak gerektiğini düşünüyorum. (bu deyimler  elbette ki en kutsal kurumlar için de geçerlidir)

İşte tam da bu tür bir zihniyetin içinde boğulduğumuz bir dönem de bu yazıyı yazma ihtiyacını taşıdığımı belirtmeliyim. Ee tabi bu kadar ekolojinin konuşulduğu bir yerde haddimizi aşarak bizim gibi zatlara pek düşmese de, hani gene de bir nebze ekolojiden özellikle de ‚toplumsal ekoloji’den bahsetmek gereği çıkıyor ortaya.

„Ekoloji“ kavramı ilk kez  yaklaşık yüz yıl önce Ernest Haeckel tarafından hayvanlar, bitkiler ve inorganik çevreleri arasındaki karşılıklı ilişkilerin araştırılmasını ifade etmek için icat edildi.[1]

Derin ekolojinin mistik bir „birlik“ yaklaşımı yanında, bir „mühendislik“ olarak çevrecilik hareketinin boy göster(eme)diği bir dönemde, toplumsal ekolojinin ne olup olmadığına vurgu yapmak ve yeşil hareket camiasında olduğu kadar sol camiada da bir tartışmayı başlatmak adına ortalığı „rahatsız etmeyi“ ve „kışkırtmayı“ amaçladığımı açıkça vurgulamalıyım.

Toplumsal ekoloji hem yeşil hem de sol camiada kenara itilmiş bir durumda iken (en azından Türkiye’de) Toplumsal Ekoloji nin anlaşılamadığı ve onu yeteri kadar anlatamadığımızın altını çizerek bu yazıyı yazmayı bir „namus“ borcu olarak görüyorum.

Bu denli felaket tellallığının yapıldığı bir dönemde fütürist, postmodernist ve mistik düşüncelerin diz boyu yükseldiği, solunacak hava bırakılmadığı bir yazın bolluğunda, tüm bu hareketlerin kapitalist sistemce metalaştırılıp, süslenip püslenip gündemde tutulduğu ve körüklendiği bir dönemde „ütopyacı“ olmanın ihtiyacını taşıdığımı dile getirmeliyim. Tabi ki, „ütopya“ kelimesinin yanlış anlaşılmaya müsait çağrışımlarını da göze alarak, burada kullanmaktan çekinmiyorum. Zira ütopyamız ve umudumuz olmadan bir şeyleri değiştirebileceğimize  inanmadığımı ne kadar vurgulasam azdır.

Kurtuluşu günlük maddi ilişkiler dışında, „doğa“ ile mistik ve romantik bir „birlik“ te veyahut doğa üstü bir „Gaia“ düşüncesinde aramanın kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramayacağını vurgulamalıyım. Bunca insanı bu yöne sevk etmeye hakkımız olmadığını düşünüyorum. Zira böyle bir „lüksümüzün“ olmadığı bir dönemde yaşamaktayız.

Yazı iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde toplumsal ekolojinin ne olmadığı üzerinde durduktan sonra, ikinci bölümde toplumsal ekolojinin genel hatlarıyla ne olduğu üzerinde duracağım.

I

Toplumsal Ekoloji Ne Değildir?

Dünya ve Türkiye yeşil hareketine baktığımızda ortama hakim olan ve sistemce durmadan pompalanarak gündemde kalan temel iki hareket göze çarpar. Mistisizme boğulmuş „biyomerkezci“ bir anlayışın hakim olduğu Derin ekoloji ve reformist çevre hareketi. Derin Ekolojinin temelinde „insansevmez“, „antiteknolojik“, „antiussalcı“, „doğa“ ile mistik bir „birlik“ düşüncesi yatar.[2] Çevrecilik hareketinde ise pragmatik,  „insanmerkezli“, sistem içinde sistemi eleştirmektense sistemin uygulamalarını görünüşte yumuşatan, ancak mevcut sömürücü sistemi yaptıklarıyla meşrulaştıran bir „sübab“ görevi görmekten öteye geçemeyen Bookchin’in deyimini ödünç alırsak bir „çevre mühendisliği“ mantığı yatar.

Çevrecilik dar, pragmatik, genellikle toplumsal açıdan „tarafsız“ olup, hava-su kirliliği, zehirli atıklar, gıdaların kimyevileştirilmesi ve benzeri konular üzerine yoğunlaşır. Bu gayretlerin desteklenmesi gerektiğini kabul ediyorum. Ancak bu haliyle sadece buz dağının görünür kısmıyla uğraştıklarından ve hep sorunun çevresinde dolanıp bir türlü asıl soruna yönelmediklerinden bu çabaların uzun süreli, süregen ve aynı zamanda etkili olacağını düşünmüyorum. Çevreci  hareket temelde „insanmerkezli“ bir harekettir. Bu yönüyle derin ekolojinin „doğamerkezli“ düşüncesinin tam tersidir. Çevrecilik doğayı sadece edilgen bir yaşam ortamı, nasıl olursa olsun insanların kullanımına „hizmet edebilecek“ bir dışsal nesneler ve güçler yığını olarak görür. Var olan sömürücü toplumu eleştirmeden, sistem içinde tüm görünüşleriyle insan sağlığına ve refahına verilen zararı asgariye indiren „teknik“ reformlar yoluyla doğal dünyayı, mevcut toplumun ihtiyaçlarına ve onun sömürücü kapitalist buyruklarına uyarlamak ister. Mevcut toplumun temel kavramlarını özellikle de ‚insanın doğaya hükmetmesi‘ düşüncesini sorgulamaz. Ve tahakkümün yol açtığı hasarları görünüşte azaltacak teknikler geliştirerek bu tahakkümü maskelemeyi ve kolaylaştırmayı sağlar. Böylece çevreci mühendisliklerin teknik ürünleri ile sadece doğayı değil aynı zamanda, kamuoyunu da mevcut toplumun ilişkilerine uydurmaktan başka işe yaramayan „ekoloji“ yönelimli partiler ile hiyerarşi ve tahakküm kavramlarını gözden saklarlar.

„Derin Ekoloji“ ise kendisini „doğamerkezli“ bir düşünüş olarak „insanmerkezli“ çevreciliğin tam tersi olarak tanımlar.[3] „Vahşi doğa“ yı merkez alan bu düşünüş, temelde idealist olup doğa ile mistik bir „birlik“ olarak bütünleşme yolunu Budizm’de, Taoizm’de ve özellikle diğer doğu dini düşüncelerde bulur.[4] İnsanın doğadan ötekileşmesini „ilk günah“ olarak görüp buna lanet etmekle kalmaz, bu yabancılaşmanın canlı-cansız herşeyi evrimsel süreçteki farklılıkları görmezlikten gelerek „eş değer“ sayarak ortadan kaldırılacağını savunur.

Genel olarak „mistik ekoloji“ denebilecek „derin ekoloji“ hareket(leri) tüm yaşam biçimlerini, bakteriler ve virüsler de dahil olmak üzere, „içsel değerler“ açısından birbiriyle eşitleyen „biyomerkezcilik“ denilen ortak bir görüşü paylaşırlar. Tam da burada çok tartışılan bir konuya gelmekteyiz: „içsel değer“ in (ne demekse) tüm türler arasında eşit şekilde dağıldığı anlayışı. Bu görüş doğal evrimi hiçe sayarak evrim sürecinde birikerek farklılaşmaların oluşturduğu çeşitliliği bir gelişim süreci olarak kavramaktan uzaktır. „İçsel değerler“in biyomerkezci savunucuları bu farklılık çeşitliliğini yalnızca ahlaki olarak eşitlenebilir özellikler olarak görür. Öyle ki, insana doğal evrim tarafından bahşedilen sinir sistemi sayesinde çevresini ve kendisini değiştirme ve dönüştürme kapasitesi ile bir sivrisineğin veya ağacın kendini gerçekleştirme hakkını(?) aynı kefeye koyarlar. Bu biyomerkezci yanılsamalar ve insan düşmanı sonuçlarının ışığında iyi yada kötü var olan tek „etik“ öznenin insan olduğu gerçeği gözden kaçırılır. “ Yalnızca insanlar diyor Bookchin diğer yaşam biçimlerine değer biçen, eşi olmayan bir etik sistemler yaratma kapasitesine sahip olduklarına göre kendilerine ait özel bir değerleri olduğu açıktır. Davranışlarının ve onların yarattığı ekolojik etkinin tamamen farkında olabildiklerine göre biyosferde nadir bulunan varlıklardır; çünkü başka hiç bir yaşam biçimi evrim tarafından kendine bahşedilen bu olağanüstü bilinçliliğe sahip değildir.“[5]Dolayısıyla insan yaşamı bir kuşun veya ayının yaşamı ile eşit düzeye getirilemez. Tıpkı bir kuşun veya ayının yaşamı bir ağacın  varlığı ile ve bir ağacın varlığı bir taşın varlığı ile eş tutulamayacağı gibi. Beğenelimveya beğenmeyelim dünyadaki her şeye var olan ve olacak „değerini“ insan verir. İnsanı doğada değerin cisimleşmesi olarak düşünmek yanlış olmaz. Ancak insanlar var oldukça dış dünyaya değerler biçerler. İnsanların yok oluşuyla birlikte değer de yok olacaktır. Dolayısıyla doğada bir taş ile bir ayıyı aynı kefeye koyamayacağımız gibi, bir ayı ile insanı da aynı kefeye koyamayız. Bu eğilim düpedüz „gericidir“. Zira insanın çevresini ve kendisini daha iyiye, güzele doğru geliştirme ve dönüştürme yeteneğini ve potansiyelini hiçe sayar. Bu da insana verilmesi gereken önemi arka plana atar ve vahşi doğa içinde bu „potansiyel“lerini eritmeyi, edilgen kılmayı amaçlar. Bakın bu „eş değer“ safsatası şimdi karşımıza nasıl geliyor: Mistik ekolojistler sık sık ekolojik krizin sorumlusu olarak „insanları“ veyahut „insanlığı“ sorumlu tutarlar. Günümüz sömürücü toplumunda tüm insanlar „aynı derecede“ bu krizden „sorumlu“ tutulur ve suçlanırlar. Yani nükleer santrallerle çalıştırılan pek çok fabrikanın sahibi ile bizim köydeki Ali emmi ya da bir gecekondudaki evinde halı dokuyan Fatma aynı kefeye konur. Bu krizden aynı oranda suçlu olduklarından  aynı oranda bedel ödemeleri beklenir. Bu yaklaşımın politik miyopluğu bir yana gerici olup olmadığını size bırakıyorum.

Burada bazı kavramları açıklamakta yarar var. Bunlardan biri „doğa“ kavramıdır. Toplumsal ve ekolojik açıdan baktığımızda doğa „var olan“ herşey değildir. Bu tanım en azından „toplumsal ekolojistler“ için böyledir. Doğa giderek genişleyen çok uzun bir farklılaşma süreci olarak görülmesi gereken evrimsel bir gelişimdir. Bu süreç ne kadar farklı olursa olsun cansızdan canlıya ve nihayet toplumsal olana doğru birikerek çoğalan, evrimsel bir süreçtir. „Birinci doğa“ insani olmayan doğa yani „vahşi doğa“ olarak , doğal dünyanın özellikle de organik dünyanın birikimsel evrimi olarak tanımlanabilir. „ikinci doğa“ ise insanlar tarafından yaratılan tüm değerleri içerir.[6] Yani insani ve toplumsal olan her şey ikinci doğa içine alınır. Bir bütün olarak doğanın bu iki gelişimini karşıt ve tamamen düalist bir zıtlık değil de son derece yaratıcı ve paylaşılan bir „evrim“ olarak ele alan hemen hemen tek yaklaşım toplumsal ekolojidir. Buna karşılık çevreciler birinci doğayı ikinci doğa içinde eritme eğilimindedirler. Mistik ekolojistler ise „biyomerkezci“ kavramlarıyla genellikle insanlığın sorunlarını ve ikinci doğayı küçümserler. Ve ilk doğayı „vahşi doğa“ olarak yüceltme eğilimi taşırlar. Bu mistik ekolojiler insan türünü evrimsel bir hata, hatta bir „kanser“ olarak görürler. Bu şekilde insanlığın tarihi boyunca elde ettiği kazanımlarını lanetleyip yok sayma eğilimindedirler. Hatta o kadar ki tüm kazanımları bir kenara itip ilkel yaşam biçimlerine geri dönmeyi savunanlar da çıkmaktadır. Mistik ekolojistlerin bu tür insan kazanımlarını değersizleştirici düşüncelerinin kökeninde, insana ve insani olan her şeye karşı bir nefret yatar. Akla, bilime, teknolojiye, insan aklına dayanan herşeye nefret.

Bilimin şu anda var olan sömürücü toplumsal matrisi görmezlikten gelinerek bizatihi bilime karşı olmak ne denli akıllıcadır? Teknolojiyi şu anki yapısıyla değerlendirip teknolojinin her türünün zararlı olduğunu söylemek ve tamamen teknolojiyi ekolojik sorunlardan sorumlu tutmak ne kadar doğrudur? Teknolojinin sadece çevreye zarar vermeye değil çevreyi düzeltmeye de yarayacağını görmezlikten gelmek ne kadar akıllıcadır? Aklı sadece araçsal akıl olarak  değil de, nasıl olursa olsun her yönüyle tüm sorunların kaynağı olarak görmek ve bizatihi akla saldırmak ne kadar doğrudur? Tüm bu kazanımların-bilim, teknoloji ve akıl- „ne amaçla“ ve „nasıl“ kullanılması gerektiği sorusunu sormalıyız, onları tamamiyle reddetmeyi değil. Tabi ki çevreyi tahrip edici teknolojiler vardır. Ancak teknolojinin aynı zamanda insanın doğa ile uyum içerisinde yaşamayı kolaylaştırabileceğini   de  unutmamalıyız.

Romantizmin ve mistisizmin batağına saplanmak istemiyorsak, soruları doğru sormalıyız. Soru, insanlar doğaya müdahale etmeli mi etmemeli mi sorusu değil; insanlar doğaya „nasıl“, ne amaçlarla, hangi „etik temellerde“ müdahale etmeliler?sorusudur. Bu soruya verilecek yanıt nasıl bir toplum istediğimiz sorusunun içinde yatmaktadır. Kuracağımız toplumun ve oluşturacağımız etik tavrımızın doğaya tavrımızı ve ona nasıl müdahale edeceğimizi belirleyeceğini bilmeliyiz. Toplum ile doğayı birbirinden ayrı düşünmek, birisini diğerinin içinde eritmekten daha az tehlikeli değildir. Bu düalist veya indirgemeci zihniyetten sıyrılıp „bütünlükçü“, devingen ve birikimsel bir zihniyete ihtiyacımız var. İnsanın doğadan ayrı olmadığı gibi aynı zamanda bizatihi kendisinin ve kazanımlarının doğanın ona bahşettiği yeteneklerin ürünü olduğunun bilincine varmalıyız. Ve nihayetinde bu sahip olduğumuz gücün kendisini ve doğayı yok etme durumuna geldiğini görüyoruz. Ancak yıkıcı olan bu gücün aynı zamanda da onarıcı ve yapıcı potansiyelini de görmezlikten gelemeyiz, gelmemeliyiz. Bütün mesele, bu insani duyarlılıklarımızın ve taleplerimizin bilinçli olarak ortaya konulmasıdır. Tabi ki çözüm yolları günlük hayatın bizatihi içinden çıkacaktır, adım adım, çoğalarak. Bir düşünürün de dediği gibi “ bu uğurda hayal etmeye ve savaşmaya değer“.

II

TOPLUMSAL EKOLOJİ NEDİR?

Bugünkü kar üzerine kurulu, ya büyü ya öl şiarıyla yol alan burjuva toplumumuzda tabir-i caizse yeryüzünün iliklerine kadar işleyen bir yok etme faaliyeti sistemli olarak uygulanıyor. Soluduğumuz havanın, içtiğimiz suyun, yediğimiz besinlerin sağlıksızlığı, kıyılarımızın, denizlerimizin, göllerimizin derinliklerinin ve neredeyse tüm vahşi doğanın geri dönüşümsüz bir şekilde yok edildiği ortada. Ülkemizde de açılmaması için savaşımı verilen nükleer santrallerin mantar gibi çoğalması, milyonlarca insanın yaşadığı kentleri nükleer bir atık cehennemine çevirerek, bilinebilen ve bilinemeyen pek çok kanserojen ve mutajen  maddelerin çöplüğüne dönüştürmektedir. Tüm bu radyoaktif ve ağır metal maddelerin atıkları doğal çevreyi olduğu gibi insan yaşamını da tehdit edici bir etkiyle karşı karşıya bırakıyor. Bu ölümcül tahribata toplum yaşamımızdaki yerleşim problemlerimizi, emlak spekülatörleri, yoğun trafik sorunlarını, yer altı kaynaklarımızın ve toprağımızın bilinç(li)sizce yok edilmesini ve daha pek çok şeyi ekleyebiliriz. Tüm bunları dillendirmek sadece bu sorunların kaynağına inip, somut ve kökten çözüm önerileri getirdiğimiz takdirde önem kazanır.

Çağımızın ekolojik krizinin tehlikesi ve özü, Bookchin‘ in dediği gibi, bu toplumun –geçmişteki tüm toplumlardan daha çok- organik evrimi bozuyor olmasıdır[7]. Tabii ki insanın bu organik evrimin dışında olmadığını hatırlatmak önemlidir. Daha da önemlisi; doğal evrim tarafından oluşturulan insanın, doğal evrim tarafından kendisine bahşedilen potansiyelleri sonucu önemli bir noktada olduğunun vurgulanmasıdır. Zira artık insan kendini var eden evrim sürecinin yönünü belirleyebilme yetisine sahiptir. Yani insanlar şimdi hiç olmadığı kadar hayati bir yol ayırımına gelip dayanmışlardır. Ya bu sistemin temel çelişkilerini görmezlikten gelip –hiyerarşi sistemi ve sınıfları- var olan yıkıcı sistem içinde yok olmayı bekleyecek; ya da tahakkümü bertaraf eden özgürlükçü demokratik yapılanmalarla oluşan ekolojik bir toplum yaratacaklardır. Bir başka orta yol yok. İşte Toplumsal Ekoloji, şu anki sınıflı ve hiyerarşik topluma alternatif bir ekolojik toplum hedefler.

Toplumsal Ekoloji ve Doğa

Toplumsal Ekoloji  açısından doğa, bu yazımın ilk kısmında da bahsettiğim gibi, „var olan“ her şey değildir. Doğa giderek genişleyen çok uzun bir farklılaşma süreci olarak görülmesi gereken evrimsel bir gelişimdir. Bu gelişim ne kadar farklı olursa olsun organik olmayandan organiğe ve nihayet toplumsal olana doğru birikerek çoğalan, evrimsel bir süreçtir. Bu evrim ne vahşi doğada ne de toplumda tamamlanmıştır. Doğayı bu şekilde durağan değil de dinamik bir oluşum olarak ele aldığımızda; doğal ekolojiden bahsedildiği gibi toplumsal ekolojiden de bahsedilir.

Evrim sürecine bir göz attığımızda; çarpıcı bir şekilde evrim sürecinin basitten karmaşığa ve çeşitliliğe doğru bir yol izlediği –tabii ki bilinçsiz bir şekilde- ve türler arasında karşılıklı bağımlılığın ön planda olduğu dikkati çeker. Daha da önemlisi belki de burada vurgulanması gereken; Bir ekosistemin yaşamının ve sistemin dış etkenlere karşı dayanıklılığın büyük oranda bu çeşitliliğe ve karmaşıklığa bağlı olduğudur. Örneğin; besin ağı şemasının gözünüzün önüne getirdiğinizde bir başlangıç ve bitiş noktası bulamazsınız. Zira bu ağın bitki-hayvan ilişkilerinin büyük memeliler ve mikroorganizmalar gibi çok çeşitli yaratıkları içeren döngüsel bir bağlantılar bütünü olduğunu görürüz. Ağa herhangi bir noktadan girilebilir ve görünür bir çıkış olmadan hareket noktasına geri dönülebilir. Sistem bu haliyle kapalı bir sistemdir (güneş ışınlarınca dağıtılan enerji dışında). Bu besin ağı içindeki bakteri türleri ya da herhangi bir mikroorganizma türü arasında karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi vardır. Besin ağı ne kadar karmaşık ise ekosistem o kadar istikrarlı olur. Ilıman veya tropikal ortamlardaki ekosistemleri oluşturulan türlerin çeşitliliği ve karmaşıklığı nedeniyle, besin ağından bir ya da iki türün yok olması sistemin istikrarını bütünüyle bozmaz iken; kıraç veya buzul bölgelerdeki bir basit ekosistemde bir türün bile ortadan kaldırılması bu ekosistemde önemli çöküşlere neden olacaktır. Bu noktada asıl vurgulanması gereken, insanlık yaşamının çeşitliliğe ve karmaşıklığa ciddi oranda bağlı olduğu ve doğanın bir parçası olan insanın hayatını idame ettirmesinin, organizmaların giderek artan karmaşıklığa ve karşılıklı bağımlılığa doğru evrimleşmesine bağlı olduğudur.[8] Bu bağlamda insanlığın iradi seçimiyle henüz tamamlanmamış doğal ve toplumsal evrimin yönünü değiştirebilme gücünün ne kadar hayati olduğu ortaya çıkar.

Doğaya hükmetme düşüncesi:

Ekolojik krizin köklerini araştırmak istiyorsak, insanın doğaya hükmetme düşüncesinin ve daha da vahimi bunun bir gereklilik olduğu varsayımının kökenini araştırmalıyız. Ekolojik krizin nedenlerini ne sadece teknolojide, ne nüfus büyümesinde, ne halkların sorumsuz tüketiminde ne de doğa üstü bir gücün insanları cezalandırmasında aramalıyız. Bookchin’in de dediği gibi, „bugünkü ekolojik krizin köklerini bulmak için sadece tekniğe, demografiye, büyümeye ve sağlıksız refaha bakmak yetmez; bunların altında yatan ve insan toplumunda- sadece burjuva, feodal ve antik toplumda değil, genel olarak sınıflı toplumda değil, bizzat uygarlığın şafağında- hiyerarşi ve tahakkümü üretmiş olan kurumsal, ahlaki ve tinsel değişmelere çevirmeliyiz gözümüzü.“[9] Gözümüzü bu yöne çevirdiğimizde ise karşımıza dev gibi sorular çıkar: Peki öyleyse, doğaya hükmetme düşüncesinin kaynağı nedir? İnsanın kendi doğasına hükmetmeden doğaya hükmetmesi olanaklı mıdır? Toplumsal ekoloji insanın doğaya hükmetmesi ve sömürmesi gerektiği şeklindeki varsayımın insanın insana hükmetmesi ve onu sömürmesinden kaynaklandığını savunur. Yani tersten ele alacak olursak; „insanın doğayı emek potasında eriterek özgürleşeceği“ varsayımının tersine insanın, ancak doğayla ahenkli bir şekilde oluşturacağı etiksel ve ekolojik bir müdahale ile doğayı zenginleştirerek özgürleşebileceğini savunur. İnsanın insan üzerindeki tahakkümünün kökleri patriyarkal aile yapısı içinde erkeğin kadına hükmettiği ve sömürdüğü dönemlere kadar uzanmaktadır. Zamanla toplumsal tahakkümle birlikte ortaya çıkan hiyerarşiler, sınıflar, mülkiyet ve devlet kurumları kavramsal planda insanın doğa ile ilişkisine de aktarıldı. Böylece özneden nesneye, bir kaynağa hatta alınıp satılır bir metaya dönüşen köleler olarak değerlendirilen insanlar, aynı değerleri doğa ile olan ilişkilerine de aktardılar. Yüzyıllar boyunca hüküm süren bu görüş adeta genetik yapımıza sirayet etti. Bir de şu anki üretmek için üreten, ya büyü ya da öl şiarıyla kar esasına dayalı burjuva toplumu –doğası gereği-, her şeyin haraç mezat olduğu, dolar ve sente endekslendiği bir küreselleşme sürecinde insanlığın doğayla çatışmasını tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar şiddetlendirmektedir. Öyle ki; özel hayatımızdan kamu yaşamımıza, çocuk yetiştirmekten erotik arzularımıza, hatta varolan „radikal toplumsal muhalefetimize“ dek, yani toplumsal hayatımızın aklınıza gelebilecek en ücra köşelerine dek bu görüşün etkisinde yaşamaktayız. Ancak daha ne kadar yaşayabileceğimiz ise meçhuldür. Bu temel varsayımı ve ilişkiler bütününü sorgulamayan ve bu uğurda somut önerilerle çözüm üretmeyen her tartışma havada boş bir seda olarak kalmaya mahkum olacaktır.

İnsanın insan üzerinde tahakküm kurduğu ve sömürdüğü, bireylerin artık pazarda alınıp satılan metalara dönüştürüldüğü ve bireysel farklılıkların ve kişiliklerin buharlaştırıldığı bir toplumun sınırları içinde ekolojik krizler çözülebilir mi? Sadece doğal çevreyi koruyan teknikler geliştirmek yeterli mi? Hele hele nükleer santrallerin bizatihi kendi özlerinden kaynaklı ekolojik zararı görmeden kapitalist değil de sosyalist bir yönetimde olması bir şey değiştirir mi? Sadece toplumdaki sömürüyü (ekonomik eşitsizliği) ortadan kaldırmak soruna çözüm getirir mi? Toplumsal kurumlarda ve bilinçlerde bir değişim olmadan devrimi düşünmek olanaklı mı?

Gücün Merkezsizleştirilmesi(yerinden yönetimi)

İnsanlık kendini bireysel ve kolektif olarak yaşamın tüm alanlarını kontrol altına alabilecek şekilde yönetmelidir. Bu da kaçınılmaz olarak toplumdaki her bireyin, toplum ve kendisi ile ilgili her türlü konuda doğrudan söz sahibi olması demektir. Böyle bir toplumda siz de takdir edersiniz ki; güç bazı sınıfların, elit tabakanın veya partinin elinde değil ancak halka yayıldıkça anlamlı olur. Gücü bu şekilde merkeziyetçi bir mantıktan kurtarıp merkezsizleştirebildiğimiz (decentralization) yönetim şeklinde ancak demokratik ve özgürlükçü kurumlar oluşturmak mümkün olabilecektir. Burada şunu açıkça vurgulamak isterim ki; ‚geleceğin toplumu „demokratik“ bir toplum olmalıdır.‘ düşüncesine katılıyorum. Tabii ki demokrasi derken kesinlikle şu anki toplumumuzda (burjuva toplumunda) var olan „temsili demokrasiyi“ kastetmiyorum. Zira „temsiliyet“ ve „demokrasi“ kavramlarının birbirleriyle uzlaşmaz şekilde çelişik anlamlar taşıdığını vurgulamalıyım. Toplumsal ekoloji, „doğrudan demokrasi“ kurumlarının oluşturulması için çaba sarf eder. Peki şu anda, sadece gücün merkezsizleştirilmesiyle oluşturulacak bir yönetimin her derde deva olacağını söylemek ne kadar akıllıcadır? Özel mülkiyetin ve pazar ekonomisinin etkisi altındaki bu değer(sizlik)ler dehlizinde boğulan bir toplumda, her bireyin hayatının her alanına özgürce müdahale edebileceği ve maddi hayatın tüm araçlarının ortak olarak işletildiği, üretildiği ve „eşitsizlerin eşitliği“ ilkesiyle paylaşıldığı özyönetimi savunmaksızın „gücün merkezsizleşmesi“nden medet ummak bir şeyi değiştirir mi? Özel mülkiyetli, hiyerarşik ve sınıflı bir toplumda gücün merkezsizleşmesinin her şeyi kökünden çözeceğini dillendirmek kabaca, safdillik olacaktır.

Toplumsal ekolojinin belki de en önemli yanı ve buradan aldığı gücü, „bütünlükçü“ bir toplum önermesi ve hedeflemesidir. Gücün merkezsizleştirilmesini, karşılıklı yardımlaşma, indirgenemez asgari, doğrudan eylem, doğrudan demokrasi ve yaşam araçlarının herkesin elinde ve hizmetinde olduğu, çevreyi ve mülkiyeti hiyerarşik olmayan bir tarzda komünal paylaşılan bir toplumun bütünlüğüne yayar. Aksi taktirde, tüm bu „duyarlılıkları“ ayrı ayrı ve birbirlerinden kopuk bir şekilde ele alıp, tek başlarına var olmalarını talep etmenin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini vurgulamalıyım. Daha da vahimi, böyle bir „bütünsüzlük“ durumunda bu kavramların içeriğinin boşaltılıp „dile düşmelerine“ neden olacağını da belirtmeliyim ki; şimdiye dek de bunun aksi ispatlanmadı.

Bu bağlamda Toplumsal ekoloji, şu anki toplumda var olan ve özgürlükçü demokratik gelenekte „potansiyelleri“ gereği ele alınan yerel yönetimlerin (belediyeler ve halk meclisleri gibi) yukarıda dile getirdiğim „duyarlılıklar“ çerçevesinde yeniden yapılandırılarak, konfederatif bir birlikte oluşturulacak alternatif bir toplum hedefler.

Bergama ve „bir soru“:

Daha da somutlaştırarak konuşmak gerekirse, şu anki ekolojik duyarlılığımızın giderek yükseldiği ülkemizde Bergama köylülerinin onurlu direnişinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Bergama köylülerinin hareketini burada uzun uzadıya hakkettiği irdelemeyi yapacak kadar yerim olmadığından, kısaca bence önemli olan temel bir noktaya vurgu yapmakla yetineceğim. Bergama köy halkının yörelerindeki çok uluslu bir şirket olan Eurogold‘ un siyanür ile altın  arama girişimine karşı mücadeleleri takdire şayandır. Hele hele yöre halkının hemen her bireyinin kolektif bir bilinçle bu mücadeleye renk katan eylem çeşitliliğini ve siyanür hakkındaki bilgi birikimini de düşününce, insanın aklına 68 Paris gençliğinin şu ünlü sloganı geliveriyor: „Gerçekçi ol imkansızı iste“. Daha da önemlisi, belki de Bergama‘ lıların bir araya gelip doğrudan bire bir oluşturulan toplantılarda olayı enine boyuna tartışmaları, kararlar almaları ve uygulamalarındaki özbilinçlilik ve özeylemliliktir. Bu bağlamda yaşamlarını ve geleceklerini kontrol etme, yönetme taleplerini ve doğrudan denebilecek eylemlerinin önemini belirtmeliyim. Mahkeme kararlarına rağmen hala Eurogold‘ un kapatılmadığı ve hala işletmenin yabancı askerler ile korunduğu hatta faaliyette bulunduğu söylentileri(?) de düşünülürse, ister istemez insanın aklına „ulusal hukuk mu? MAI mi? (çok yönlü yatırım anlaşması- nam-ı diğer, „küreselleşmenin anayasası“) diye geliveriyor. Bu konu detaylı bir araştırmayı hakkeder diye düşünüyorum.

Beni asıl düşündüren ve kafamı kurcalayan soruya gelirsek: Var sayalım ki Bergama halkının mücadelesi sonuç verdi ve Eurogold faaliyetine son verip, kapatıldı (gerçi şu anda şafakta bunu destekleyecek hiçbir ışık görünmüyor). Bu durumda Bergama‘ lılar haklı olarak zaferi kazandıklarını dile getirip, gönül rahatlığıyla tekrar eski yaşamlarına çekilip , hayatlarının kontrolünü tekrar başkalarına devrederlerse neyin değişip neyin değişmediğini sorgulamak gerekmez mi? Bunun böyle olacağına yönelik hiçbir işaret olmadığı gibi aksi bir işaret de yok. Bu yüzden kimileriniz „fol yok yumurta yok, bu da nesi“ diyebilirsiniz. Ama yine de böyle bir durumda, Bergama‘ lıların tüm topluma örnek oluşturan mücadelelerinin yarım kalıp kalmaması  sorunu üzerinde düşünmeye değer diye düşünüyorum. Zira süreğenleşmeyen ve kurumsallaşmayan hiçbir hareketin uzun süreli ayakta kalmayı başaramayacağını düşünüyorum. On yıl sonra aile toplantılarında veya anma törenlerinde mazide kalan bir hareket olarak hatırlanıp, „vay be neydi o günler“ ile başlayan sohbetleri süsleyip süslemeyeceği üzerinde şimdiden düşünmeye değmez mi?

EKOLOJİK BİR TOPLUM·

Toplumsal ekoloji, bu gezegen üzerindeki yaşamın geleceğinin, toplumun geleceği üzerinden şekilleneceğini kabul eder. Ne „biyomerkezci“ çerçeveyle doğal evrimin ne de şimdiye kadar bildiğimiz şekliyle „insanmerkezli“ olan toplumsal evrimi seçmek zorundayız. Doğal ve toplumsal olanın her ikisinin de ötesine geçen ve her ikisinin de en iyisini içeren yeni bir senteze ulaşmak zorundayız.

Şimdi yanıtlamamız gereken çok önemli bir soruyla karşı karşıyayız: peki „özgür doğayı“ nasıl organize edebiliriz? Toplumsal ekolojiye göre, konfederal olarak birleşmiş özgürlükçü yerel yönetimlerce şehirlerin merkezsizleştirilmesi yani ademimerkezileşme olmaksızın „özgür doğa“ ya ulaşılamaz. Toplumsal ekoloji, konfederal özgürlükçü yerel yönetimlerin bölgesel ihtiyaçlarını karşılamak için insani ölçekte düzenlenmiş çok yönlü endüstriyel projelerini, organik tarım şekillerinin kullanımını, güneş, rüzgar, metan gibi diğer enerji kaynaklarını ve ekoteknolojilerin kullanımını amaçlar. Halkın sorunlarına yönelip, beceriyle sorunlarını çözmek ve her bir bireyin her yönüyle kendisini geliştirmesi için boş zamanı amaçlar.

İkili Güç

Ekolojik bir toplumun esinlenişi, vizyonu veya etiği bir yaşam politikası içinde vücut bulmazsa anlamlı olmayabilir. Toplumsal ekolojiye göre, politikanın anlamı; yaklaşık 2000 yıl önce demokratik Atina polisindeki eski anlamı gibi; meclisin yurttaşlarının kararlarına uymadıkları takdirde kolayca geri çağrılabilecek koordinatörleri dikkatlice denetleyen kurulları ve vekilleri tarafından yönetimleri ve halk meclislerinde politika oluşturulmasıdır. Yani „yönetim“, vekalet verilen ve her an geri çağrılabilen temsilciler tarafından oluşturulmuş konseylerce icra edildiğinde ve „politika“, yerleşik tüm yurttaşlar tarafından yurttaş meclislerinde formüle edildiğinde özde tanımlanan demokrasi, yüz yüze halk meclislerinde toplumun doğrudan yönetilmesidir. Bu talep, doğrudan ve dolaylı olarak, 1793 deki Fransız Devrimini son derece radikal bir doğrultuda ilerleten az bilinen Paris seksiyonları (ki bunlar aslında 48 semt meclisleriydi), New England kasaba toplantıları, yurttaşların son zamanlardaki kendi kendini yönetme girişimleri ve kimi ortaçağa özgü kasabalardaki gibi daha sonraları tamamını kapsayacak şekilde oluşturulan demokrasilere ilham vermiştir.

Burada vurgulanması gereken „gücün“ bir kişide, zümrede, partide ya da devlette toplanmayıp, mahallelerdeki, köylerdeki, kentlerdeki yurttaşlara „yayılmasıdır“. Yurttaş olarak herbir bireyin yüz yüze doğrudan etkileşerek kendi sorunlarını tartışıp „politikalar“ üretebilecekleri yerleşimlerde kurulacak olan meclislerin oluşturduğu yeni özgürlükçü yerel yönetimlerin „konfederal“ bir yapıda bir arada oluşturacakları bir  güç ancak, ulus-devletin karşısında bir alternatif oluşturabilir.  Mahallelerde, kasabalarda oluşturulacak „halk meclis“lerinden gelecek olan delegelerin oluşturacağı yasal güçleri bulunmayan, ancak büyük ahlaki güce sahip olan meclislerin kurulması, yerleşimlerde yurttaşların aktifleşmesini sağlayarak yeni bir „politik alan“ oluşturulmasına hizmet edecektir. Bu da  insanların yerleşimlerindeki ve ulusal düzeydeki her tür sorun ile yakından ilgilenmelerinin ve aktif olarak yaşamlarına müdahale edebilmelerinin somut ve psişik alt yapısını oluşturacak mekanlarını bugünden „kurma“ olanağını sağlayacaktır. Bu şekilde bariz bir kitleselliğe sahip olmuş kurumsallaşmış bir delegeler meclisinin temsil gücü azalmış yerel yönetim idaresinin etkinliklerini yakından izlemesi , denetlemesi ve kendi sorunları ile ilgili „halk meclis“lerinde oluşturulan „politikaları“ icra etmeleri , yerleşim alanındaki politik havayı   son derece değiştirecektir. Bu biçimde oluşturulacak özgürlükçü yerel yönetimlerin bölge ve ulus çapında oluşturacakları konfedere yapılarda, aynı etki ulusal düzeye yayılabilir. Toplumsal Ekoloji düşüncesine göre bu şekilde oluşturulacak özgürlükçü ve demokratik konfedere yerel yönetimler ancak ulus-devletin baskıcı ve yabancılaştırıcı etkisini hafifletecek ve bertaraf edebilecek bir „güç“ oluşturabilir.

Bundan dolayı Toplumsal ekoloji, kasaba ve şehirlerin farklılıklara uyum sağlayan, geri çağrılabilir delegelerden oluşan vekillerini gönderen yerel yönetimlerin oluşturduğu konfederal bir özgürlükçü yerel yönetim politikasında, etiğini cisimleştirir.[10] Bütün kararların, konfedere kasaba ve şehirlerin halk meclislerinin çoğunluğu tarafından onaylanması gerekir. Burada hiçbir şekilde atlanmaması gereken; politikanın halk meclislerinde yerleşik yurttaşlar tarafından oluşturulacağı ve sadece bu politik kararların seçilmiş vekiller tarafından icra edileceğidir. Seçilmiş vekillerin hiçbir şekilde ve koşulda dahi kendi başlarına „politika oluşturma“ yetkilerinin olmadığı unutulmamalıdır. Bu kurumsal süreç küçük kasaba ağlarındaki gibi bir geçiş süreci olarak dev şehirlerin semtlerinde ve mahallerinde de oluşturulabilir.. Geçmişte bu talep pek çok kez New York ve Paris gibi büyük şehirlerde tekrar tekrar önerilmiş ancak, gücün merkezsizleştirilmesinden ziyade merkezileştirilmesi için çabalayan iyi organize olmuş elit gruplar tarafından bozguna uğratılmıştı.

Politik alanın bir parçası olarak-Ekonomi

Toplumsal ekoloji, sadece özgürlükçü bir politika değil aynı zamanda özgürlükçü bir ekonomi de önerir ve geliştirir. Bookchin’in önerdiği „ekonomik“ yapılanma düşünceleri kendisinin de belirttiği gibi belki de en karmaşık olan önerisidir

Özgürlükçü yerel yönetimcilik, ekonominin „yerel yönetimlere verilmesini“  önerir.  Tabi ki ekonomiden bahsedince „mülkiyet“ ve „mülkiyetin denetimi“ sorununa nasıl yaklaşılacağı hayati bir mesele halini alır. Tarihsel olarak modern radikal hareketlerin bu konuda temel iki görüş ileri sürdükleri görülür. Marksizmin ve reel sosyalizm denemelerinin öne sürdüğü  toprağın ve sanayinin kamulaştırılması, bir diğeri ise genelde şu anda sendikalist –anarkosendikalist ya da kollektivist de diyebileceğimiz düşüncelerden beslenen  yukarıda bahsedilen  kaynakların „işçi denetimine“ verilerek kollektifleştirilmesidir.  Anarşistlerin de vurguladığı gibi kamulaştırılmış bir ekonomi devletin varlığını gerektirir. Ayrıca ekonominin tepeden „planlanıp“ „yönetilme“ gerekliliği  ekonomik bürokrasilere kaynaklık oluşturur.

Kamulaştırmaya karşı olan sendikalist düşünceler tarafından şekillenen ve savunulan „işçi denetimi“ nin de ciddi sınırlılıkları vardır. Kolektif bir işletmenin zorunlu olarak bir komün olacağını söyleyemeyiz; hatta böyle bir işletme bakış açısı itibariyle komünist de olmayabilir. Bu güne değin işçi denetiminde olan çok sayıda işletme kapitalist bir şekilde çalıştı; kaynaklar, müşteriler ve kar gibi meselelerde kapitalist sistemin yasalarına tabi olup kapitalistlere benzer biçimlerde hareket ettiler. Aslında bu tür işletmelerin temel özelliği daha az ya da daha çok iyi niyet  taşımalarından bağımsız olarak, özelleşmiş bir çıkar haline gelmeleridir. Bu yüzden tür olarak kapitalist işletmelerden farklı değillerdir. Kapitalist sistemin „büyü ya da öl“ mantığına saplanan işletmelerde „büyüme“ zorunluluğu, daha fazla kar elde etme güdüsü etik değerlerin yerinin alır. Böylece kapitalist sistem içinde „özelleşmiş“ çıkarların oluşmasına neden olacak yapılanmalara yatkınlıkları düşünüldüğünde, işçi-denetiminin kast ya da özelleşmiş meslek gruplarının arasındaki ayrımı ve çatışmayı doğurma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Bu şekilde oluşturulmuş kolektif mülkiyet çok kolay bir şekilde „oligarşik ekonomik korporasyonlara“ dönüşebilirler. Bu da geleneksel ekonominin yeniden özel mülkiyete açılması anlamına gelir.

Özgürlükçü yerel yönetimcilik, ekolojik yönelimli akılcı bir toplumsal vizyon eşliğinde, bütünlüklü bir ekonomi önerir. Tarım ve sınai üretimle ilgili politikalar ve somut kararlar yurttaşlar tarafından, yüz yüze toplanılan meclislerde alınır. İnsanlar işçiler, çiftçiler, teknisyenler ya da  profesyoneller olarak değil, mesleki uzmanlıklarına bakılmaksızın üretim etkinliklerinin yönlendirilmesinde yer alacak yurttaşlar olarak bu meclislere katılırlar. Özelleşmiş statü çıkarlarını değil, genel insani çıkarları dile getirirler.

Ekolojik bir toplum bu şekilde toprağı, fabrikaları, atölyeleri ve dağıtım merkezlerini kamulaştırmak ve kolektifleştirmek yerine, ekonomisini yerel yönetime dönüştürür ve diğer yerel yönetimlerle bir araya gelerek kaynaklarını bölgesel bir konfedere sisteme dahil eder. Toprak , fabrikalar ve atölyeler bir ulus-devlet veya mülkiyetçi bir çıkar geliştirebilecek olan işçi-üreticiler tarafından değil, özgür toplulukların halk meclisleri tarafından denetlenecektir. Bir anlamda herkes öz çıkarını düşünen bir ben, sınıfsal bir varlık, ya da özelleşmiş bir „kolektif“in parçası olarak değil, bir yurttaş olarak iş görecektir.[11]Böylece konfederal özgürlükçü yerel yönetimlerin oluşturacağı ekolojik bir toplumda mülkiyet nihayetinde ne devletin, ne özel sermayenin, ne de partinindir, halkındır. Toplumsal ekoloji bakımından mülkiyet çıkarları herkesi kapsar.

Ekonominin yukarıdaki duyarlılıklar çerçevesinde yeniden kurulması ekolojik akılcı bir toplum için vazgeçilmez bir maddi temel oluşturur. Ekonominin yüz yüze oluşturulan meclislerde yurttaşlar tarafından denetlenmesi ve  üretim politikalarının belirlenmesi sayesinde mesleki farklılıkların özel çıkarlarını da bertaraf etmekle kalmaz ,aynı zamanda yaşam için gerekli malları ve üretim araçlarını  da ortak kullanıma açar. Bu „eşitsizlerin eşitliği“ ilkesi doğrultusunda oluşturulmuş olan „herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre“ düsturunu da kamu yaşamının içinde kurumsallaştırmak demektir.

Bookchin‘ in de dediği gibi: ancak „adım adım yerel yönetimlerin (belediyelerin ya da halk meclislerinin) yeniden yapılandırılması, gücü yurttaşlara yayıp daha geniş ağlar ile konfederasyon oluşturmaları, cumhuriyetçi temsili öğelerin, doğrudan demokrasiye katılan yurttaşlara dönüştürülmesi- bunların tümünün başarılması oldukça uzun bir zaman alabilir. Sonuçta onlar tek başına potansiyel olarak insanın insan üzerindeki tahakkümünü bertaraf edebilirler, ve bu şekilde yaşamın daha gelişmiş biçimlerini destekleyen biyosferin varlığını tehdit eder ölçüde çoğalmış ekolojik sorunlarla ilgilenebilirler.“[12]

Belki de şimdi hiç olmadığı kadar, kuvvetli ve topyekün, tüm insanların yüreklerini sarsacak şu çığlığı yinelemenin zamanıdır:

Gül, burada raksetmelisin!

Temmuz 998, ŞADİ İDEM.

[1] Ekoloji kavramı üzerine bazı kişilerin, anlamı ve doğruluğu kendinden menkul zatı muhteremlerin, yaptığı yorum gibi ekoloji terimi „oikos“ tan türememiştir. Ekoloji kavramı icat edilmiştir.Bu yorum tamda „bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma hastalığının“ bir belirtisidir. Murray Bookchin, „Özgürlüğün Ekolojisi“,s 100, çev. Alev Türker, Ayrıntı y, 1994[2]  Daha fazla bilgi için bkz. Derin Ekoloji  çev: Günseli Tamkoç, Ege Yayıncılık, 1994

[3] Günseli Tamkoç, „Derin Ekolojinin genel çizgileri“,  Birikim sayı 57-58, sy 87-91, ocak-şubat 1994

[4]  Stephan Elkıns, „Mistik ekolojik politika“, çev: Sevda Alankuş Kural, Telos, Kış 1989-90, sayı: 82

aynı makale Birikim sayı 57-58 de de yayınlanmıştır.

[5]  Murray Bookchin, „Özgürlüğün Ekolojisi“,sy 22-77, Çev: Alev Türker, Ayrıntı Yayınları, 1994

[6] Murray Bookchin, Toplumsal Ekolojinin Felsefesi, Diyalektik Doğalcılık Üzerine Denemeler, Kabalcı y.  ‚ikinci basıma önsöz‘ s 11, 1996

[7] Murray Bookchin,“Ekolojik Bir Topluma Doğru“, çev.Abdullah Yılmaz, s.40, Ayrıntı y. 1996

[8] Murray Bookchin, age s 95-125

[9] Murray Boochin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, s 44-45

· Bu projenin en detaylı çalışmasını Boochin’in 1992′ de yeniden yayınladığı „Urbanization Without Cities“ kitabında bulabilirsiniz. Türkçeye „Kentsiz Kentleşme“ adıyla çevrildi. Çev. Burak Özyalçın, Ayrıntı y. 1999.

[10] Age 286-360.

[11] Burada anlatmaya çalıştığım „ekonomik“ düşüncelerin karmaşıklığından dolayı, Bookchin’in düşüncelerini mümkün olduğu kadar aynen aktardığımı ifade etmeliyim. Temel görüşleri ve „toplumsal ekolojik“ bakış açısından politik vizyonun ışığı altında „politik alan“ın yeniden oluşturulması ve de ekonominin „politik alanın“ bir parçası haline getirilip toplumsal yaşamın içine nüfus etmesinin önemini vurgulamalıyım. Daha detaylı bilgi için bak. „Toplumu Yeniden Kurmak“Bookchin, 1990 çev.Kaya Şahin, Metis,1999, s.190-200

„Kentsiz Kentleşme“yurttaşlığın yükselişi ve çöküşü-Bookchin,1992, çev.Burak Özyalçın, Ayrıntı,s.326-347, 1999.

[12] Murray Bookchin, „What is Social Ecology“, Environmental Philosophy, 1993.

KAYNAK: http://www.ekoloji.org/makaleler_toplumsal_ekoloji_nedir.htm

Die mobile Version verlassen